- 4.1. Kurtuluş Savaşı Sırasında Taşrada Yönetim Yapılanması.
- 4.2. Cumhuriyet Döneminin Başlangıcında Taşrada Yönetim Yapılanması
- 4.3. Cumhuriyet Anayasalarında Yerel Yönetimler.
- 4.4. Cumhuriyet Dönemindeki Yerel Yönetimlere Genel Bakış.
- 4.4.1. Başlangıç Yılları.
- 4.4.1.1. Ankara Şehremaneti (1924–1930).
- 4.4.2. 1930-1950 Dönemi.
- 4.4.3. 1950–1980 Dönemi .
- 4.4.4. 1980-2013 Dönemi .
- 4.5. 20. Yüzyılın İkinci Yarısında Yönetimde ve Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma.
- 4.5.1. Yeniden Yapılanma İhtiyacının Temel Nedenleri.
- 4.5.1.1. Küreselleşmenin Etkileri.
- 4.5.1.1.1. Küresel Gelişmeler ve Bilgi Çağı.
- 4.5.1.1.2. Küreselleşme Kavramı ve Anlamları.
- 4.5.1.1.3. Nüfus ve Çevre Sorunları.
- 4.5.1.1.4. Bilişim Teknolojilerinin Küreyi Düzleştirmesi.
- 4.5.1.1.5. Ağ Örgütlenmeleri.
- 4.5.1.1.6. Ulus Devlet.
- 4.5.1.1.7. Bölgeselleşme.
- 4.5.1.1.8. Yerelleşme.
- 4.5.1.1.9. Yerelleşmenin Ulus-altı Boyutu: Yerel Yönetimler.
- 4.5.1.2. Yeni Kamu Yönetimi Anlayışının Etkileri .
- 4.5.2. 21. Yüzyılda Yapılan Değişikliklerin Dayandığı Anahtar Kavramlar.
- 4.5.2.1. Yerelleşme ve Yerellik (Yerindenlik) İlkesi.
- 4.5.2.2. Yönetişim.
- 4.5.2.3. Küresel Yönetişim.
- 4.5.2.4. Gündem 21 Bağlamında Sürdürülebilir Kalkınma ve Katılım.
- 4.5.2.4.1. Sürdürülebilir Kalkınma.
- 4.5.2.4.2. Katılım.
- 4.5.2.5. Yerel Gündem 21’den Kent Konseylerine Katılım.
- 4.5.2.5.1. Yerel Gündem 21.
- 4.5.2.5.2. Yerel Gündem 21 ve Binyıl Bildirgesi.
- 4.5.2.5.3. Türkiye Yerel Gündem 21.
- 4.5.2.5.4. Yerel Gündem 21 Sürecinde Kent Konseyleri.
- 4.5.2.6. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Katılımcılık: Kent Konseyleri ve Kent Konseyi Yönetmeliği.
- 4.5.2.6.1. Belediye Yasasında Kent Konseyi.
- 4.5.2.6.2. Kent Konseyi Yönetmeliği.
- 4.5.2.7. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Diğer Katılımcılık Yöntemleri.
- 4.5.2.8. Yerel Demokraside Yaşanan Değişimler ve Kent Konseyleri Hakkında Bazı Değerlendirmeler.
- 4.5.2.9. Kent Konseyleri İle İlgili Son Değerlendirmeler.
- 4.5.2.10. Katılımla İlgili Uluslararası Bir Belge: Aarhus Sözleşmesi.
- 4.3. Cumhuriyet Anayasalarında Yerel Yönetimler.
1919’la birlikte başlayan Cumhuriyetin kurulma sürecinin önceki dönemlerle hiç bir etkileşiminin bulunmadığını ileri sürmek kadar, bütünüyle bu dönemlerin devamı olduğunu söylemek de zordur ( Ortaylı ve Küçükkaya, 2012: 105-132).
1923 ve sonrası, kendisinden önceki siyasal anlayışlardan, “süreklilik içinde bir kopuş” olarak değerlendirilebilir. Hilafete karşı cumhuriyetin ilanı, milli egemenlik kavramının anayasal rejim anlayışı içinde ortaya çıkması kopuşun; Osmanlı döneminde özellikle 1908 devrimi ile başlayan burjuva ve toplumsal gelişimin devamlılığı ve ulus devletin inşası da sürekliliğin göstergeleri olarak kabul edilebilir.
Büyük bir kurtuluş mücadelesinden sonra, İmparatorluklar çağının sona erdiğine, ulus devletlerin zamanının geldiğine inanan kadrolar tarafından yeni bir Türk Devleti kurulmuştur. Kinross’a göre bu devlet “ Tanzimat’tan doğan ve laiklik yoluyla mantıklı sonucuna giden kuşaklarca, Türkün 19.yüzyıldan beri yürütmeye çalıştığı özgürlükçü ve anayasal değişiklik ilkeleri üzerine kurulmuştur” (Kinross, 2008: 635).
Türkiye’nin modernleşme sürecinde en önemli dönüşüm aşaması Cumhuriyetin kurulması ve ardından gerçekleştirilen devrimlerdir. İnalcık’a göre “ Modernleşmede Atatürk inkılâbı, topyekûn bir ihtilâldir. O, Batıyı hayat felsefesi ile ve onun bütün sembolleri ve değer hükümleriyle benimsiyordu” ( İnalcık, 2005: 337).
Cumhuriyet dönemiyle birlikte modern dünyayla bütünleşme süreci daha güçlü ve kalıcı olarak kabul görmüştür. Atatürk’ün, aslında bir modernleşme tanımlaması olan, “muasır medeniyet seviyesine ulaşmak ve hatta onları geçmek” hedefi, Cumhuriyet ile ortaya çıkan yeni Türk Devleti’nin nasıl örgütleneceğini ve kurumsallaşacağını göstermektedir.
4.1 Kurtuluş Savaşı Sırasında Taşrada Yönetim Yapılanması
Milli Mücadele döneminde de taşrada yönetimin yapılanması üzerindeki çalışmalar sürdürülmüştür. Savaş şartlarının gerektirdiği uzlaşmacı yaklaşımları içeren bazı uygulamalar yapılmış, yerel egemenlerin ve bölgesel güçlerin desteğini sağlamak amacıyla, bunları rahatsız eden katı merkeziyetçi anlayış bir süreliğine terk edilmiştir.
1921 Teşkilat-ı Esasiye Kanunu, merkezin kontrolü dışına çıkılabilecek bir yapı taşımasa da, adem-i merkeziyetçi düşüncenin baskın olduğu hükümler içermekteydi. Bu anlayışa uygun olarak hazırlanan kanun tasarılarının yasalaşamaması sonucu, bir çeşit Anayasa görevi yapan Kanun’daki hükümler hayata geçirilememiştir (Önen ve Reyhan, 2011: 454-456).
4.2. Cumhuriyet Döneminin Başlangıcında Taşrada Yönetim Yapılanması
Savaşın sona ermesiyle adem-i merkeziyetçi söylem bir yana bırakılmış, ”ulus-devlet” inşa sürecinin de zorlamasıyla merkeziyetçi düşünce ve uygulamalara dönülmüştür. Toplumsal dönüşümün bütün ülkeye yayılması amacı, ülkenin her köşesinin merkezin kontrolünde olması ihtiyacını doğurmuştur. Öte yandan, merkeziyetçiliğin kurulması için gereken mekânsal ölçekte uygunluk, dinsel ve etnik homojenlik gibi nesnel koşullar önceki dönemlerden daha uygun hale gelmiştir (Önen ve Reyhan, 2011: 541-542).
1924 Anayasası, aslında uygulanmakta olan güçlü merkezi idare anlayışını, Anayasal bir hale getirmiştir. Kuruluş yıllarının başında ortaya çıkan bazı başkaldırmalar da, gücü merkezde toplama eğilimini artırmış ve merkezin daha sıkı denetimini sağlamak üzere 1927 yılında Umumi Müfettişlik yeni bir idare birimi olarak kurulmuştur.1929 yılında çıkarılan Vilayet İdaresi Kanunu ise, 1923 sonrası yönünü merkeziyetçiliğe çeviren yönetsel düşünce biçiminin olağan bir sonucudur.
Cumhuriyet’in başlangıç yıllarında yönetim anlayışında meydana gelen düşünsel ve yasal değişimlerin yanı sıra, ülkede devam eden bir idari mekanizma söz konusuydu. Kuruluş döneminde önemli yerel görevler üstlenmiş olan mülki idarenin teşkilatlanması ve işlevleri, bazı küçük değişikliklerle, Osmanlı döneminden kalan yasal düzenlemeler doğrultusunda sürdürülmüştür (Önen ve Reyhan, 2011:543).
4.3. Cumhuriyet Anayasalarında Yerel Yönetimler
Savaş koşulları içinde uygulanan1921 tarihli Teşkilat-ı Esasî36 dışındaki Anayasaların hepsinde, 1876 tarihli Kanun-u Esasî’nin kapsadığı ilkelerin çok az değişikliklerle korunduğu gözlenmektedir. Modern yerel yönetim anlayışının genel unsurlarıyla da uyumlu olan bu ilkelere göre,Belediye işleri “seçimle” belirlenecek BelediyeMeclisleri tarafından görülecek, bu Meclislerin oluşum biçimleri ve üyelerinin seçimleri özel yasalarla düzenlenecekti. ( Keleş, 2012: 163).
Bu ilkeler ve Kanun-u Esasî’nin taşra yönetimiyle ilgili olarak benimsediği yetki genişliği (tevsi-i mezuniyet) ve görev ayrımı (tefrik-i vezaif)37 ilkeleri 1924 Anayasası tarafından aynen benimsenmiştir (Keleş, 2012: 164).Cumhuriyet’in ilk yıllarında belirginleşen yerel yönetim yapılanmasını dayandığı bu unsurlar, zaman içinde ortaya çıkan diğer düzenlemeleri de etkilemeye devam etmiştir.
İdarenin kuruluş ve görevlerinin merkezden ve yerinden yönetim esaslarına dayandığını belirten 1961 Anayasası, 116. Maddesinde yerel yönetimleri “mahalli idareler, il, Belediye, köy halkının müşterek mahalli ihtiyaçlarını karşılayan ve genel karar organları halk tarafından seçilen kamu tüzel kişileridir” şeklinde tanımlamıştır. Bu maddeyle il, Belediye ve köy olarak belirtilen ve tüzel kişiliği olan yerel yönetimlerin görevleri, yörenin ortak yerel ihtiyaçlarıyla sınırlanmıştır.
Yürürlükteolan1982 Anayasası’nda ise,123. ve 127. maddelerde yerel yönetimlerle ilgili düzenlemeler yapılmıştır.123. Maddeye göre,İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür, kanunla düzenlenir ve idarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır.
Anayasa’nın yerel yönetimleri düzenleyen 127. Maddesine göre38 “mahalli idareler il, Belediye ya da köy halkının mahalli müşterek ihtiyaçlarını karşılamak üzere kuruluş esasları kanunla belirtilen ve karar organları, gene kanunda gösterilen, seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir. Mahalli idarelerin kuruluş ve görevleri ile yetkileri, yerinden yönetim ilkesine uygun olarak kanunla düzenlenir”. 1961 Anayasası’ndaki “müşterek mahalli ihtiyaç” tanımı, yerel yönetim türleri, bunların karar organlarının seçimle oluşturulması ve tüzel kişilik sahibi olmaları ilkeleri korunmuştur.39
Yerel yönetimlerin seçimleri hakkındaki genel hükümleri içeren 127.maddeye göre, çıkarılacak kanunlarla büyük yerleşim merkezleri için özel yönetim biçimleri getirebilir.
Maddenin ard arda gelen iki fıkrası yerel yönetimler üzerinde merkezi yönetimin “vesayet” yetkilerini düzenlemektedir. Buna göre, yerel yönetimlerin seçilmiş organlarının, organlık sıfatını kazanmalarına ilişkin itirazların çözümü ve kaybetmeleri konusundaki denetim yargı yolu ile olur. Ancak, görevleri ile ilgili bir suç sebebi ile hakkında soruşturma ya da kovuşturma açılan yerel yönetim organları ya da bu organların üyelerini, İçişleri Bakanı, geçici bir tedbir olarak, kesin hükme kadar görevden uzaklaştırabilir.40
Diğer fıkraya göre, merkezi idare, yerel yönetimler üzerinde, yerel hizmetlerin idarenin bütünlüğü ilkesine uygun şekilde yürütülmesi, kamu görevlerinde birliğin sağlanması, toplum yararının korunması ve yerel ihtiyaçların gereği gibi karşılanması amacıyla, kanunda belirtilen esas ve usuller dairesinde “idari vesayet” yetkisine sahiptir.
Son fıkrada, yerel yönetimlerin belirli kamu hizmetlerinin görülmesi amacı ile, kendi aralarında Bakanlar Kurulunun izni ile birlik kurmaları, görevleri, yetkileri, maliye ve kolluk işleri ve merkezi idare ile karşılıklı bağ ve ilgileri kanunla düzenleneceği ve bu idarelere, görevleri ile orantılı gelir kaynakları sağlanacağı hükme bağlanmaktadır.
4.4. Cumhuriyet Dönemindeki Yerel Yönetimlere Genel Bakış
Cumhuriyet döneminde yukarda değinilen Anayasal çerçeveler doğrultusunda düzenlenen yerel yönetimler, diğer yönetsel yapılanmalar gibi, zaman içinde çeşitli değişikliklere uğramışlardır. Ekonomik ve toplumsal gelişmelerin kaçınılmaz etkisiyle şekillenen yerel yönetim birimleri içinde, modern dünyanın yönelişlerine uygun biçimde, belediyeler ön plana çıkmıştır.
İl Özel İdareleri, belediyeler ve köyler olarak sınıflandırılan yerel yönetimlerin etkileri işlevsel olarak artmış ya da azalmıştır. Köylerin güçsüz yapılanmalarından dolayı, bu birimlere verilen görevleri yerine getirmeye başlayan İl Özel İdareleri, kırsal belediyeciliğe benzer bir yapı kazanan işlevlerini uzun yıllar sürdürmüşlerdir. Ancak, hızla süren kentleşme neticesi belediyelerin güçlenmesi bu idareleri de önemsiz kılmaya başlamıştır.
Yerel yönetimler alanında her yönüyle diğer birimlere karşı aşırı güçlenen belediyeler, son yıllarda yapılan değişikliklerle merkezi yönetimin de birçok görevini yüklenmeye başlamışlardır. Gelişen demokrasilerde halkın yönetime katılımının en sağlıklı biçimde sağlanabileceği yerel yönetimlerin güçlü temsilcileri olarak etki alanlarını geliştiren belediyeler, büyükşehir belediyelerinin sürece girmesiyle, daha da yaşamsal kurumlar haline gelmişlerdir.
Kentsel alanlara yönelik olarak başlayan belediyecilik süreci, 2012 yılında yapılan son değişikliklerle, ülkenin alan yönetimini de kapsayan ve nüfusun ¾’ ünden fazlasına hizmet götüren bir yapıya ulaşmıştır. Yasayla yeniden düzenlenen büyükşehir belediye yapılanmasının, kısa sürede bütün ülke alanın kapsar duruma gelmesi beklenmeyen bir sonuç yaratmayacaktır.
Ülkemizde bugün var olan yerel yönetim birimlerini yakından incelemeye başlamadan önce, Cumhuriyet’in başlangıcından bugüne değin, yerel yönetim alanında karşılaştığımız bazı önemli gelişmelere kısaca göz atmakta yarar vardır.
4.4.1. Başlangıç Yılları
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne kalan belediye sayısı 389 olarak belirtilmektedir (Çelik, 1995:593). Kentsel yerleşim birimleri göz önüne alındığında yetersiz olduğu görülen bu sayıyı oluşturan belediyelerin, belediyecilik hizmetlerinin gerektirdiği sağlıklı ve düzenli bir altyapıya sahip oldukları söylenemez.41
Bu dönemde, savaşın yol açtığı yıkım ve bulaşıcı hastalıkların boyutları; sermaye birikimi ve yerli girişimciliğin olmayışı ve siyasal sistemi güçlendirme ihtiyacı, süregiden merkeziyetçilik geleneğini daha da kuvvetlendirmiştir (Göymen, 1999: 68).
Bilinçli ve istekli bir “yerelleşme” çabasından ve yerel demokrasinin geliştirilmesine yönelik kararlı adımlardan söz etmek zor olsa da, dönemin yerel yönetim uygulamalarına örnek oluşturan bazı girişimlerde bulunulmuştur. Konuyla ilgili olarak çıkarılan yasalar42 ve yeni başkent Ankara’nın imarı kapsamında yapılan çalışmalar bu tür girişimlere örnektir.
4.4.1.1. Ankara Şehremaneti (1924–1930)
1924 Anayasa’sı, Ankara için özel bir belediye kurulmasını öngörmüş ve buna uygun olarak 1924 yılında çıkarılan 417sayılı yasayla “Ankara Şehremaneti” kurulmuştur (Çelik, 1995:593).Böylece, Osmanlı döneminde uygulanan, başkent belediye yönetiminin diğer belediyelerden ayrı yasayla düzenlenmesi ilkesini Cumhuriyet yönetimi de sürdürmüştür.
Yasaya göre, İçişleri Bakanı tarafından atanın Belediye Başkanı’nın (Şehremini) yönetiminde, atanmış görevlilerden kurulan bir Emanet Encümeni ve seçilmiş 24 üyeden oluşan Cemiyeti Umumiye-i Belediye, Ankara Belediyesi’nin yürütme ve karar alma organları olarak görev yapmışlardır. (Çelik, 1995:593).Bütçe, karar alma organı olan Cemiyet tarafından yapılmakta ve İçişleri Bakanlığı’nın onayı ile kesinleşmekteydi. Zabıta hizmetlerini polisler yürütecek ve devlet tarafından atanan memurların maaşlarını İçişleri Bakanlığı, diğerlerini ise Şehremaneti ödeyecekti (Dönmez, 1995:171).
Ankara Şehremaneti deneyimi Cumhuriyet Türkiye’si belediyeciliği için önemli bir örnek olmuş, gözlemlenen olumlu ve olumsuz yönler 1580 sayılı Belediye Kanunu’nun hazırlanmasında yol gösterici bir rol oynamıştır.(Çelik, 1995:593). Öte yandan, öncü girişimlerin uygulama sahnesi olarak Türk kentleşme tarihinde özel bir yer kazanmasına karşın, uygulamanın uzun soluklu bir başarı elde edemediği ve bir süre sonra Ankara Belediyesinin bir takım ayrıcalıklarının, yeni çıkarılan yasayla sonlandırıldığı bilinmektedir.
4.4.2. 1930-1950 Dönemi
1930 yılında yürürlüğe giren 1580 sayılı Belediye Kanunu, “Dersaadet Belediye Kanunu” ve “Vilayet Belediye Kanunu” olarak adlandırılan 1877 tarihli yasaları ve 1924 tarihli Ankara Şehremaneti Kanunu’nu yürürlükten kaldırmıştır (Çelik, 1995:593). 1580 sayılı Yasanın ardından yürürlüğe giren ve halka açık yerlerin denetimini belediyelere veren 1593 Sayılı Umumi Hıfzıssıhha Kanunu ve imar alanında bazı yetkiler içeren 2290 sayılı Belediyeler Yapı ve Yollar Kanunu, yerel nitelikli hizmetlerin görülmesi yönünden, belediyeler için önemli düzenlemeler getirmiştir. Belediyelerin mali yönden desteklenmesi düşüncesiyle çıkarılan 2301 sayılı kanunla, Belediyelere kısa ve uzun vadeli avans ve kredi verebilmek için, daha sonra İller Bankasına dönüştürülecek olan Belediyeler Bankası kurulmuştur.43
1580 sayılı Belediye Kanunu Türkiye’deki yerel yönetim anlayışının gelişme sürecinde önemli bir dönüm noktasıdır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında değişen ihtiyaçlara cevap verebilmek için başlatılan yeniden yapılanma süreci kapsamında yürürlüğe giren yasa, uzun yıllar Türkiye’nin belediyecilik alanındaki temel yasası olarak varlığını korumuştur.
Yasanın 15. Maddesinde sayılan ve geniş bir alanı kapsayan yerel hizmetlerin belediyelere görev olarak verilmesi, o dönemin koşulları içinde dikkat çekicidir. Ayrıca, belediyelerin sayılan görevleri yaptıktan sonra, belde halkının yararına olabilecek her türlü girişimde bulunmakta yetkili kılınması demokratik yerel yönetim anlayışının erken örnekleri arasında sayılabilir.44 Ancak yasa diğer yandan da, Ankara ve İstanbul’da Belediye ve Valiliğin bir yönetim altında bütünleşmesini olanaklı kılan maddeler gibi, etkin bir vesayet anlayışını sürdüren hükümler de içermektedir.
Dönemin belediyecilik anlayışını yönlendiren koşullardan biri, dünya kapitalist sistemini etkileyen 1929 buhranıdır. Savaş sonrası yaralarını sararken ortaya çıkan buhrandan etkilenen ülkeler arasında olan Türkiye yeni politika arayışlarına girmiş ve 1923’de İzmir İktisat Kongresi’nde benimsenen liberal yaklaşımlardan uzaklaşmıştır. Ön plana çıkan devletçilik ve merkeziyetçilik anlayışına dayalı uygulamalar belediyecilik alanına da kaçınılmaz olarak yansımıştır. Örneğin, imtiyazlı şirketler tarafından verilen elektrik, su, havagazı gibi birçok hizmet bu dönemde “belediyeleştirilmiştir” (Bostanoğlu, 1990: 81).
Bazı araştırmacılar, Belediyelerin bu dönemde merkezi yönetimin bir “şubesi” gibi hizmet yürüttüğünü, 1580 sayılı Yasanın dönemin siyaset anlayışını yansıttığını ve bu anlayışın devletçilik, modernleşme ve parti-devlet bütünlüğü gibi kavramlara dayandığını ileri sürmektedirler (Eryılmaz, 1995:341-342).
Belediye Başkanları’nın 1963 yılına kadar doğrudan seçim yolu yerine belediye meclisi tarafından seçilmesi ya da Bakanlar Kurulu’nca atama yoluyla görevlendirilmesi gibi yöntemlerle, bir tür hiyerarşik denetim içerisinde yürütülen yerel yönetim-merkezi yönetim ilişkisi, demokratik yerel yönetim düşüncesinin bu dönemde gelişmesini engellemiştir.
Ancak, 1580 sayılı Yasanın belediyeleri geniş yetkilerle donatması ve diğer bazı düzenlemelerle belediyelere altyapı gibi alanlarda ek yetkiler verilmesi, belediyelerin hizmet alanlarını oldukça genişletmiştir. Bu Yasa, kaynak ve personel eksikliği söz konusu olsa da, Cumhuriyet Türkiye’sinde belediyeciliğin yeni bir yapılanma sürecine girdiğinin göstergesidir.
Bu dönemde belediyelerle ilgili olarak 1948 yılında çıkarılan ve 30 yıldan fazla yürürlükte kalan 5237 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu ile belediyelerin gelirleri düzenlenmiş ve borçlanma konusunda belediyelerin olanakları artırılmaya çalışılmıştır.
4.4.3. 1950–1980 Dönemi
Cumhuriyet döneminin başlangıcındaki geleneksel yapının dönüştürülmesi anlayışına ve dünyadaki değişim eğilimine uygun olarak şekillenen yeniden yapılanma ve sanayileşme süreci, kentlerin gelişimini ve görünümüne etkilemiştir.
İlerleyen yıllarda artan ve özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra toplumsal yaşamın belirleyici unsurlarından biri haline gelen kırdan kente göç olgusu kent nüfusunu giderek ve kontrolsüz bir şekilde büyütmüştür. Kentlerin sayıları artmış, nüfusları ve alanları genişlemiş, örgütlenmelerinde önemli değişiklikler ortaya çıkmıştır. Öte yandan, nüfusun büyük kentlere ve batıdaki illere aşırı şekilde yığılması, kentler ve bölgelerarası dengesizliklerin büyümesine neden olmuştur (Keleş, 2012: 309-310).
Belediyeler gecekondulaşma sorunuyla tanışmış, geleneksel kent merkezlerinden tamamen farklı bir fiziki ve toplumsal yapı ortaya çıkmıştır. Çarpık kentleşme sonucu, kırsal kesimle kentsel alanlar arasında süregelen eşitsiz yapının benzeri bir durum kentlerin içinde oluşmaya başlamıştır.
Yaşamları, kültür düzeyleri ve dünya görüşleri birbirinden ayrı bireylerden oluşan, bütünleşememiş bir toplumsal yapı kendini göstermiştir. Sanayileşmeden daha hızlı yürüyen kentleşmenin sonucu olarak, kentlere göç edenlere iş koşulları yaratılamamış ve kırsal yoksulluk kentsel yoksulluğa dönüşmüştür(Keleş, 2012: 312).
Nüfusun yoğunlaştığı kentlerin belediyeleri, sundukları altyapı hizmetlerine olan talebin aşırı artması sonucunda yeni çözümler aramaya başlamışlardır. Sorunun büyüklüğünü ve süreklilik gösterdiğini anlamaya başlayan merkezi yönetim, 1966 yılında çıkardığı 775 sayılı Gecekondu Kanunu ile bazı düzenlemeler yapmış ve belediyelere yetki ve sorumluluklar vermiştir.
Bu dönemde belediyelerin yönetim yapısında önemli bir değişiklik gerçekleştirilmiştir. 1963 yılına kadar belediye meclislerinin kendi içinden ya da dışarıdan seçtikleri ve vesayet organlarının onaylamasıyla göreve gelen belediye başkanlarının, doğrudan halk tarafından seçilmesi hükmü getirilmiştir.45
1970’li yıllara gelindiğinde Türkiye’deki belediyecilik anlayışına yeni ilkeler eklendiği görülmüştür. Dünya ve Avrupa’daki yerelleşme eğilimlerine koşut olarak özerk bir yerel yönetim anlayışı dile getirilmeye, merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerindeki denetiminin “hukuka uygunluk” denetimiyle sınırlı kalması gerektiği vurgulanmaya başlanmıştır. “Demokratik sol belediyecilik” adı da verilen bu yaklaşımın diğer bir ilkesi, birlikçi ve bütünlükçü belediyecilik anlayışına ve diğer belediyelerle işbirliği yapılmasına dayandırılmıştır. Diğer yandan da üretici yerel yönetim ilkesinden hareketle arsa ve konut üretimlerine girişilmiştir (Çukurçayır, 2008: 31-32).
Bu dönemde demokratikleşmeye ve özerkleşmeye yönelik atılan adımların tam anlamıyla başarıya ulaştığı söylenemez. Amaçlarından biri demokratik ilkelerin belediyecilik uygulamalarında sürdürülebilir hale getirilmesi olan Yerel Yönetim Bakanlığı’nın, 1978 yılında kurulduktan kısa bir süre sonra kaldırılması bu olumsuz sonucun göstergeleri arasında sayılmaktadır.
4.4.4. 1980-2013 Dönemi
12 Eylül 1980 müdahalesi döneminde kamu yönetimi yeniden düzenlemek amacıyla bazı çalışmalar yapılmış ancak yerel yönetimler açısından kapsamlı ve yeni bir yapılanmaya gidilememiştir. Bu dönemde başlatılan bir takım hazırlıklar, demokratik seçimlerin gerçekleştirildiği 1983 tarihinde sonra girişilen bazı düzenlemelerle geliştirilmiş ve hayata geçirilmiştir.
Yeni bir belediyecilik anlayışının ortaya çıkmaya başladığı 1980’li yıllarda en fazla göze çarpan hususlar, büyükşehir belediyelerinin kurulması ve belediye gelirleri alanında gerçekleştirilen önemli gelişmelerdir. Artarak devam eden kentleşme büyük şehirlerin daha da büyümesine ve belediye sınırlarının dışında düzensiz ve plansız gelişmelere yol açmıştır. Denetim dışında kalan alanların düzen altına alınması, plan bütünlüğünün sağlanması ve küçük birimler arasında işbirliğinin oluşturulması amacıyla, büyük şehirlerin yönetiminde özel modeller arayışı başlamıştır (Keleş, 2012: 326).
1984 yılında çıkarılan 3030 sayılı yasayla büyükşehirler için yeni bir yönetim modeli kurulmuş, büyük kentlerin etrafında oluşmuş olan çok sayıda belediye ana belediyeye bağlanmıştır. Başlatılan Büyükşehir Belediyeleri uygulamasının yasal dayanağı, 1982 Anayasa’sının 127. Maddesinde yer alan “büyük yerleşim yerleri için özel yönetim biçimleri getirilebilir” hükmüdür.46
Yine bu dönemde çıkarılan 2464 sayılı Belediye Gelirleri Kanunu ve 2380 sayılı Belediye ve İl Özel İdarelerine Genel Bütçe Vergi Gelirlerinden Pay Verilmesi Hakkında Kanun ile belediyelerin ve özel idarelerin gelirleri arttırılmıştır. Yerel yönetimlere merkezi bütçe vergi gelirlerinden önemli bir pay verilmesi, bu yönetimlerin etkin ve verimli şekilde çalışmalarını güçlendiren ve yerelleşme sürecine ivme kazandıran bir dönüm noktası olarak değerlendirilmektedir.
Yönetsel ve akçal açıdan yapılan güçlendirmelerin yanı sıra, belediyelere bazı yeni yetkiler ve işlemlerinde yerellik unsurunu artıran kolaylıklar sağlanmıştır. Belediye meclislerinde kabul edilen imar planlarının, İmar ve İskan Bakanlığınca onaylanması zorunluluğunun kaldırılması;47 Belediyenin sağlık ve teknik hizmetlerinde çalışacak olan memurların ilgili bakanlık onayı ile atanması kuralından vazgeçilmesi; bazı belediye hizmetlerinin özelleştirilebilmesi ve bazı alanlarda belediye iktisadi teşebbüslerinin (BİT) kurulabilmesi yetkileri önemli gelişmeler olarak değerlendirilebilir (Eryılmaz, 1995:343).
Bu dönemde dünyada meydana gelen yeni eğilimler de belediyelerin gelişmesine katkıda bulunmuştur. Küreselleşme sürecinin kamu yönetimi anlayışını etkileyen yenilikçi doğası, demokrasilerde yerel yönetimlerin ön plana çıkması gerektiği anlayışına dayanan yerelleşme politikalarına hız kazandırmıştır.
4.5. 20. Yüzyılın İkinci Yarısında Yönetimde ve Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma
4.5.1 Yeniden Yapılanma İhtiyacının Temel Nedenleri
4.5.1.1. Küreselleşmenin Etkileri
Günümüzde üretim biçimleri yeniden ve hızla değişmektedir. Yeni bir toplum yapısı ile karşı karşıyayız. 20. yüzyılın özellikle son çeyreğindeki dev ilerlemeleri ve önümüzde duran yeni yüzyılın getireceği gelişmeleri dikkate alarak ileri sürülen “yeni bir çağa girilmekte olduğu iddiası” genel kabul görmektedir.
4.5.1.1.1. Küresel Gelişmeler ve Bilgi Çağı
İletişim devrimi ile başlayan bu süreçte bilginin üretim içindeki payı artmakta ve giderek en önemli unsur haline gelmektedir. Tarım ve sanayi toplumlarında aristokrasi ve burjuvazinin neredeyse tekelinde olan bilgi, iletişim devrimiyle birlikte demokratikleşerek geniş kitlelerin kullanımına açılmıştır (Bozkurt, 2000: 31-32).Bilgi toplumunda, bir üretim faktörü olarak bilginin açıkça ön plana geçmesi, sanayi toplumunda oluşmuş kurumların yapısını, işleyişini ve ilişkilerini de değiştirmektedir.
Öte yandan, artık uluslar arası toplumun sorunlarına da bir bütün olarak bakmak zorundayız. Herhangi bir ülkenin ya da sosyal sınıfın, önümüzdeki yıllarda dünyanın herhangi bir yerinde ortaya çıkabilecek değişimlerden uzak durması mümkün görülmemektedir.Bugün hiçbir dünya toplumu öteki toplumlarda olan bitenden kendisini koruyacak durumda değildir (Toffler, 1992: 459).
Diğer yandan, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin ortaya çıkardığı paradoksal bir sonuç, Batı ile Üçüncü Dünya arasında büyük bir uçurumun oluşmaya başlamasıdır. Bilgiye ve teknolojiye sahip olanlarla onu talep edenler arasındaki ayrışma belirginleşmektedir. Zengin-fakir, kuzey-güney ayrımının yanı sıra, bilgi veren-bilgi alan toplumlar ayrışması kendini göstermektedir.
1978 yılında, büyük bölümü güneyde yer alan en düşük gelirli ülkeler ile yine büyük bölümü kuzeyde yer alan sanayileşmiş ülkeler arasındaki fark, kişi başına düşen milli gelir cari dolar kuru üzerinden 40 kat iken, bu oran 1997 yılında 70 katı aşmıştır. Günümüzde de artarak devam etmektedir (Kazgan, 2005: 24-25).
Bu durum, küreselleşme sürecinin homojen bir dünyaya gidişi gerçekleştirdiği iddiasının en azından şimdilik doğru olmadığını göstermektedir (Kennedy, 1996: 451-452).
4.5.1.1.2. Küreselleşme Kavramı ve Anlamları
Bazı iddialara göre küreselleşme kavramı ilk kez 1980’lerde Harvard, Stanford, Columbia gibi prestijli Amerikan okullarında kullanılmaya başlanmış ve yine bu çevrelerce popüler hale getirilmiştir. Bazı iddialara göre ise, ilk olarak 1960’lı yıllarda Kanadalı Sosyoloji Profesörü Marshall McLuhan meşhur “küresel köy” (global village) kavramını kullanmıştır ve ona göre en azından dünyanın belli bir bölümü, özellikle iletişim teknolojilerindeki gelişmeler sayesinde küresel köy haline dönüşmektedir (McLuhan, 2001: 46).
Son yıllarda yoğun bir biçimde kullanılmakta olan küreselleşme kavramına değişik bakış açılarına göre birtakım farklı değerler yüklenmektedir. Küreselleşme kavramını açıklamak için yapılan çeşitli tanımlamalar, ya tanımı yapanların ideolojik yaklaşımlarına ya da süreci oluşturan unsurlardan herhangi birinin ön plana çıkarılmasına dayanmaktadır.
Hakkında çok geniş bir literatürün var olduğunu bildiğimiz küreselleşme kavramını olumlu yönde algılayıp izah etmeye çalışan “küreselciler” ve kavramı olumsuzluklarla donatan “anti-küreselciler” meseleye farklı noktalardan bakmakta ve farklı sonuçlara ulaşmaktadırlar.48
Küreselcilere göre, küreselleşme; ekonomik, siyasal, sosyal ve kültürel değerlerin ve bu değerler çerçevesinde oluşmuş birikimlerin ulusal sınırlar dışına taşarak dünya geneline yayılmasıdır ve ülkeler arasında fiziksel ve ekonomik egemenliklerin törpülenmesi anlamını taşımaktadır. Yani küreselleşme, farklı toplumsal kültürlerin ve inançların daha yakından tanınması; ülkeler arasındaki her türlü ilişkinin yaygınlaşması ve yoğunlaşması; ideolojik ayrımlara dayalı kutupların ortadan kalkması sonuçlarını doğuran kaçınılmaz bir süreçtir.
Gelişen iletişim imkânları sayesinde dünyanın her yerindeki insanlara benzer bir medya kültürü sunularak taleplerin aynılaşması sağlanmakta ve yeni talepler üretilmektedir. Sermayenin uluslararası bir nitelik kazanması da tüketim biçimlerini ve dolayısıyla üretilen malları dünya ölçeğinde standart hale getirmeye başlamıştır. Güç çok uluslu şirketler gibi uluslararası bazı aktörlere kaymaya ve ulus devletler gücün tek ve tartışılmaz sahibi olmaktan uzaklaşmaya başlamaktadır (Arıboğan, 1993: 23,54).
Anti-Küreselcilere göre ise, küreselleşme; soğuk savaş döneminden sonra, Batının zaferini yeni bir açılımla dünya geneline yaymasıdır. Uluslararası sermayenin egemenliği kayıtsız-şartsız hale gelmekte ve dünya ölçeğinde tekelleşmektedir. Dolayısıyla küreselleşmeyi “emperyalizmin yeni yüzü” olarak tanımlamak mümkündür (Akbulut, 2007: 330). Dünyadaki egemen güçler bu süreci adaletsiz bir tarzda yönlendirmektedir. Küreselleşme yoksulluğu azaltmamış, istikrarı sağlayamamıştır. Dünyanın her yanında kriz ve yoksulluk korkuları baş göstermektedir (Stiglits, 2006: 28).49
Belki de bu iki ucun arasında bir yerde durmakta olan daha anlamlı bir tanımlamaya, “nüfus ve çevre sorunları” gibi belirleyici gelişmelerin incelenmesi ve bazı açıklayıcı süreçlerin anlaşılması yardımıyla ulaşılabilir. Kürenin “düzleşmeye “ başlamasından “ağ örgütlenmesi” ne kadar diğer bazı kavramların irdelenmesi ve en önemli uluslararası aktör olma özelliğini hala taşıyan “ulus devletlerin” işlevlerine bakılması gerekmektedir. Küreselleşme sürecini anlamaya çalışırken, önemi artan bazı “alt süreçlerin “ de dikkate alınması açıklayıcı olabilir. Sadece ekonomik yönüyle değil, siyasal yönüyle de devletlerin uluslararası yapılanmalarında başvurdukları “bölgeselleşme” faaliyetleri; yerel kültürlerin ve yerel yönetimlerin ön plana çıkan özelliklerini içeren “yerelleşme” ile ilgili gelişmeler göz ardı edilmemelidir ( Erbay, 2011: 280-281)
4.5.1.1.3. Nüfus ve Çevre Sorunları
20. yüzyılın özellikle ikinci yarısında yaşanan uluslararası sıcak gelişmeleri besleyen unsurlardan biri olan “Kuzey-Güney Çatışmasının” dengesiz nüfus artışı nedeniyle, yeni yüzyılda da artarak devam etmesi muhtemeldir (Attali, 2007: 16).
Doğayı ve kaynakları kullanmada yerel ihtiyaçlardan yola çıkan toplumlar, oluşturdukları sorunların küresel olduğunu görmezden gelmişlerdir. Fakat bir süre sonra gelişme hamleleri birbirlerinin doğal çevrelerini kirletmeye başlamış ve sorun uluslararası bir nitelik kazanmıştır (Tuna, 2007: 198).
Öyle görünüyor ki yaşadığımız çağda en önemli anlaşmazlık noktalarından biri çevre üzerinde yoğunlaşacaktır. Çünkü sınırlı olan doğal kaynakları ve bunları kullanmak için öncelik sırası almaya çalışan insanlar söz konusudur. Eğer adil bir paylaşım yolu bulunamaz ise bu sorun küresel bir çatışmanın sebebi olabilecektir (Attali, 2007: 266-269).
Açıktır ki, gezegenimizdeki nüfusun aşırı derecede artması ve zengin ülkelerle fakir ülkeler arasındaki demografik dengesizliğin büyümesi, küreselleşme sürecini karmaşık hale getirmekte ve özellikle çevre kaynaklı sorunların çözümünü zorlaştırmaktadır.
Dünya nüfusunun önümüzdeki kırk yıl içinde on milyarı aşacağı doğrultusunda tahminler yapılmaktadır. Üstelik bu artışın çoğunluğu dünyanın fakir bölgelerinde gerçekleşmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise artış oldukça düşük görünmekte ve toplam nüfus içinde yaşlı kesimin payı artmaktadır. 2050 yılına gelindiğinde, muhtemelen, bir yanda nüfus patlaması ve fakirlik, diğer yanda teknolojik gelişme ve nüfustaki gerileme söz konusu olacaktır. Bir yanda zengin kaynaklar, yüksek teknoloji, sağlığın ve diğer refah unsurlarının var olduğu bir yapı, diğer yanda ise bu nimetlerin çok azına sahip olan ve hızla çoğalan insan toplulukları oluşmaktadır (Kennedy,1996: 427).
Bu manzara, nüfus artışının geleceğin dünyasında beklenmedik gelişmelere yol açarak planları alt üst edebilecek bir faktör olduğunun ve zenginlik üretmeyi öğrenen dünyanın bazı kesimlerinin henüz paylaşmayı öğrenemediklerinin göstergesi olarak değerlendirilebilir. Bazılarına göre, bu uçurum kapanmazsa, bugün birçoklarımıza olumlu ve umutlu görünen değişim süreci, kolayca bir kâbusa dönüşebilecektir (Kazgan, 2005: 294).
Üstelik nüfus artışı geleceğin dünyasında daha şimdiden uluslararası nitelik kazanmış çevre faktörü dışındaki bazı diğer faktörlerle de iç içe girmiştir. İnsan hakları ve göç hareketleri bunların başında gelmektedir. Terörizm ve uyuşturucu madde ticareti gibi örgütlü suçlar, hızla sınırları aşan bir nitelik kazanmakta ve ulusların ortak sorunları haline gelmektedir.
Gittikçe artan ve dünyanın kaderinde belirleyici hale gelen nüfus ve çevre sorunları ve bu sorunların doğurduğu göç ve istihdam gibi çözülmesi güç problemler nedeniyle “küre” iki ayrı kutba doğru odaklanmaktadır. “Zengin kuzey – fakir güney” tanımlaması, her geçen gün çağımızın gerçeği haline gelmekte ve bu gerçeklik önümüzdeki dönemlerde ortaya çıkabilecek evrensel çatışmaların tohumlarını taşımaktadır.
Batıda pek çok ülke bilgi toplumu gibi davranmaya başlayalı çeyrek asır olmuştur. Öte yandan dünyada hâlâ sanayi toplumuna bile geçememiş milyonlarca insan yaşamaktadır. Ülkelerin kendi kültürleri, birikimleri ve kapasitelerindeki farklılıklar, küresel gelişmede önemli çatlaklar ve sıkıntılar doğurmaktadır. Homojen olmayan böyle bir zemin üzerine istikrarlı ve bütünleştirici bir dünya düzeni oturtmak oldukça zordur (Kennedy, 1996: 431-436).
4.5.1.1.4. Bilişim Teknolojilerinin Küreyi Düzleştirmesi
Bazı yazarlar,küreselleşmeyi üç büyük çağa ayırmakta ve kökenlerini coğrafya keşiflerinin yapıldığı 15. yüzyıla kadar götürmektedirler. 1800’ler civarına kadar devam ettiği iddia edilen küreselleşmenin ilk aşaması, dünyayı “büyük boydan orta boya” küçültmüştür. Bu dönem “kas gücü”nün ön planda olduğu bir dönemdir. Belirleyici unsur, “ülkelerin” ne kadar güce sahip olduğudur. Bu dönemde ülkenin ne kadar insan gücü, beygir gücü, rüzgâr gücü daha sonraları buhar gücü varsa, küresel arenada o miktarda gücü ve yeri vardır. Asıl unsur “ülke” kavramıdır. Önemli olan ülkelerin küresel fırsat ve rekabetteki yeridir (Friedman, 2006: 19).
Ardından gelen ikinci küresel çağın sanayi devrimi dönemiyle birlikte 1800’lerde başladığı ve 20.yy sonlarına kadar devam ettiği ileri sürülmektedir. Bu çağ dünyayı “orta boydan küçük boya” indirmiştir. Bu dönemin asıl belirleyici unsuru, temel itici gücü “çok uluslu şirketlerdir”. Küreselleşmenin motoru olarak tarif edilen çok uluslu şirketler sayesinde asıl devreye giren faktör “dış doğrudan yatırımlardır”. Bu yatırımlar sayesinde küreselleşme süreci ciddi bir ivme kazanmıştır (Friedman, 2006: 19).
20 yüzyılın sonunda ise yepyeni bir döneme geçilmiştir. Bu dönemde küreselleşme dünyayı “küçük boydan minik boya” indirmiştir. Yeni bir çağa girildiği de ileri sürülen bu dönemde uluslararası arena ya da küresel oyun sahası giderek düzleşmektedir. Her unsurun birbiriyle rahatça karşı karşıya geldiği, birbiri hakkında daha çok bilgi sahibi olduğu, bilginin giderek daha fazla paylaşıldığı bu oyun sahasında bireysel yetenek ve “bireyler” ön plana çıkmaktadır.
Bu dönemin itici gücü ve döneme rengini kazandıran unsur küresel düzeyde işbirliği yapmak ve rekabete girmek için bireylerin ele geçirdikleri yeni güçtür. Bireylere bu gücü sağlayan şey yazılım ve internet gibi her türden yeni bilgisayar uygulamalarıdır. Gelişen bilişim teknolojileri sayesinde, örneğin fiber optik teknolojisiyle bireylerin oyunda güç haline gelmesi kolaylaşmıştır. Artık bireyler ülkelerinin ve şirketlerinin yanı sıra, küresel rekabette kendi yerlerini sorgulamaya ve belirlemeye başlamışlardır.
Bilgi teknolojisinde geçilen büyük eşikler ve bilginin bireyler düzeyinde “interaktif” biçimde kullanılır hale gelmesi, bilişim teknolojileri kavramının önemini artırmış, bu kavramı çok sık ve kapsayıcı bir anlamda kullanılır hale getirmiştir.
Dönemin bir başka özelliği ise artık işlerin sadece Amerikalı ve Avrupalı şirket ya da bireyler sayesinde değil, dünyanın diğer bölgelerindeki şirket ve bireyler tarafından yürütülüyor olmasıdır. Artık, değişen dünyanın her köşesindeki bireyler güç elde etme savaşına katılabilmektedirler. Bilgisayarlarla, elektronik postalarla, ağlarla, telekonferanslar ve yeni yazılım biçimleriyle; dünyanın pek çok köşesinden, görülmedik sayıda insanın bilgi tabanlı üretim sürecine katılması ve gerçek zamanda (aynı anda) rekabette yer alması artık mümkündür (Friedman, 2006: 20).
Diğer yandan bilişim teknolojilerinde yaşanan büyük gelişmeler, bilgiyi daha kolay ulaşılabilir, üretilebilir, kullanılabilir, yayılabilir ve paylaşılabilir hale getirmektedir. Bir bilgi otoyolu olan internetin içinde hızları her geçen gün artan bilgisayar sürücüleri, düz ekranlar vasıtasıyla aynı ortamı paylaşmakta, bilgiyi birlikte üretip, kullanmaktadırlar. Dünya tarihinde hiç olmadığı kadar demokratikleşen, bireyselleşen, özgürleşen ve üretimin ana faktörü haline gelen bilgi ve bilgiye erişim teknolojileri sayesinde, küre “düzleşmeye” başlamıştır.
Küresel üretim zincirindeki her türden aktörün ve üretimde rol alanların sanal toplantılara katıldıkları ve kararlar aldıkları düz ekranlara benzemeye başlayan bir dünyaya doğru gitmekteyiz. Küresel oyun sahası artık aynı hizaya doğru gelmekte, bu yönüyle de “ düzleşmektedir” (Friedman, 2006: 185,186).
Bütün bu faaliyetlerin aynı zamanda ya da tarafların birbirlerine kıyasla yaşadıkları “aynı gerçek zamanda” gerçekleştirilmesi, bir bakıma “zamanı da düzleştirmektedir”. Takip edilen küresel ekonominin doğası gereği, zaman farklarının yarattığı sürelerin doğuracağı boşluklara tahammül yoktur. Basit bir söyleyişle, işler eş zamanlı olarak bitirilmek zorundadır. Yani, düzleşen küre zamanı da kendine benzetmektedir.
4.5.1.1.5. Ağ Örgütlenmeleri
Geçen yüzyılın son çeyreğinde dünya ölçeğinde ortaya çıkan ve hızla gelişen yeni ekonomi modeli, bilgiye bağlı ve küresel nitelikli olmasının yanı sıra, “ağ örgütlenmesine” dayalı olarak yürümektedir.
Sadece iletişim alanında değil, içinde bulunduğumuz çağda sosyal ve ekonomik alanlar da dâhil olmak üzere, neredeyse bütün faaliyet ve süreçler “ağlar” etrafında örülmekte ve örgütlenmektedir.
Evrensel-sayısal bir dili kullanan yeni iletişim sistemi, sözcüklerin, seslerin ve imgelerin üretimini ve dağıtımını küresel anlamda entegre hale getirmektedir. Birbiriyle ilişkili bilgisayar ağları, yeni iletişim biçimleri ve kanalları oluşturarak hayata yeni bir biçim vermekte, aynı zamanda hayat tarafından yeniden biçimlendirilmekte ve katlanarak büyümektedirler.
20. yüzyılın son çeyreğinde dünya çapında ortaya çıkan bu yeni modelin özelliklerinden biri “bilişim teknolojilerine” dayalı olmasıdır. Küresel niteliği ile tanımlanan modelin diğer bir belirleyici özelliği ise, “ağ örgütlenmesini” esas almasıdır (Castells, 2005: 99).
Klasik tanımlamalarla, ağ toplumu şimdilik kapitalist bir toplum olarak değerlendirilmektedir. Ancak, dünyayı şekillendiren bu “kapitalizm” tarzının iki önemli farkından bahsedilmektedir: “Küresel” bir özellik taşıması ve büyük oranda “finansal akışlar ağı” etrafında toplanması. Uluslar arası sermaye bu ağlar sayesinde kürenin iletişim sektörleri, medya, sağlık, eğitim, turizm ve çevre gibi bütün etkinlik alanlarına ulaşabilmektedir. Şirketler hem kendi içlerinde hem de aralarında giderek ağlar halinde örgütlenmektedir (Castells, 2005: 624).
Ağların birbirleriyle olan bağlantıları küreye doğru açılmaktadır. Ağın kendisi ise birbirine bağlantılı düğümleri yani süreçleri içermektedir. Yeniçağda kamuoyunun oluşmasında ana aktör olan medyanın küresel ağında bu düğümler, televizyon sistemleri, bilgisayar ortamları, stüdyolar ya da mobil aletlerdir (Castells, 2005: 622).
Ağlar sınırsız biçimde genişleyebilmekte, yeni iletişim biçimleri geliştirebilmekte ya da aynı teknolojiyle yeni düğümler atabilmektedir. Yani ağa dayalı toplumsal yapılar, yenileşmeye açık ve son derece dinamik sistemlerdir. Öte yandan ağın yapısı iktidar ilişkilerinin yeniden düzenlenmesini de etkilemektedir. İletişim ağları medya olgusunu oldukça güçlendirdiği için, siyaset de giderek medya ile gerçekleştirilen bir oyun haline dönüşmektedir. Aynı şekilde kültür ve çevreyle insan ilişkileri de yeniden ele alınmaktadır.
Kısaca, bilişim teknolojileri toplumsal örgütlenmelerin kilit bileşeni haline dönüşmekte, ağlar arasındaki bilgi, mesaj ve imaj akışı toplumsal yapının temel niteliğini oluşturmaktadır. Onlarca birbirine geçmiş ağın işleyiş karmaşası ve bunların denetimi için verilen mücadeleler, toplumların şekillendirilmesinde ve yönlendirilmesinde etkin olmaya başlamıştır.
4.5.1.1.6. Ulus Devlet
Küreselleşmenin gündeme getirdiği köklü değişimler sebebiyle, uluslararası sistem artık yalnızca devletlerden ve onların arasındaki ilişkilerden oluşan bir yapı olmaktan çıkarak, güç ve etkinlikleri gittikçe artmakta olan yeni küresel aktörleri kapsayan bir yapısal bütünlüğe dönüşmektedir. Yeni küresel aktörler içinde küresel işletmeler, bu işletmelerin aralarındaki gruplaşmalar, devletlerarası örgütler ve sivil toplum kuruluşları gibi bazı hükümet dışı birimler ön plana çıkmaktadır (Lamborn, 1991: 34).
Ancak, ulusal hükümetler çıkardıkları yasalarla serbest pazar güçlerinin önüne sınırlamalar koyabilmektedirler. Küresel ekonomik hareketliliklerin kendileri için yarattığı olumsuzluklara karşı, kontrol edici hükümet düzenlemeleri azalmadan devam etmektedir.
Öte yandan küreselleşmenin getirdiği yoksulluk, insan ve uyuşturucu kaçakçılığı ve küresel teröre karşı ulus-devlet olmadan mücadele edilemeyeceği de yaşanan son tecrübeler sayesinde anlaşılmıştır (Kongar, 2007: 130).
Özellikle 11 Eylül saldırıları sonrasında Dünya politikasının temel sorunlarının çözümünün, ulus devleti zayıflatmaktan değil, tam tersine onu güçlendirmekten geçtiği düşüncesi yaygınlaşmaktadır. Yeni dönem hakkında önceleri farklı düşüncelere damgasını vuran önemli yazarlardan biri olan Fukuyama bile, “Ulus devletin yok edilmesi bir ütopyanın değil felaketin başlangıcı olur” demeye başlamıştır (Kongar, 2007: 107-110).
Aslında, modern dönemin önemli bir unsuru olan ulus-devletin yok olup gitmek üzere olduğunu ileri sürmek için henüz hiçbir neden söz konusu değildir (Robertson, 1999: 296). Aksine, modern ulus devletin gelişimi devletlerarası ilişkilere dayandığından, devletin sınırı küreselleşme sürecinde daha da belirgin bir hal alır. Küreselleşme ulus devleti ortadan kaldırmak yerine onun yerel anlamda bilincini artırır ve “kendi farkındalığını” güçlendirir (Robertson, 1999: 95- 99).
4.5.1.1.7. Bölgeselleşme
Üretimin bütün dünya çapında ve dünya pazarı göz önüne alınarak yapılmaya başlanması ve özellikle doğrudan dış yatırımların küresel işletmeler tarafından gerçekleştirilmesi, ekonomik ilişkilerde yeni mafsallaşmalara yol açmakta ve tanıdığımız sınırlar anlamını yitirmektedir. Dünyayı tek bir pazar olarak gören ve üretimden pazarlamaya kadar stratejilerini bu varsayım üzerinden gerçekleştiren küresel şirketler gittikçe devleşmektedir. Artık sermayenin sabit bir yurdunun olmadığı çağımızda, Çok Uluslu Şirketlerin artan güçleri ve nüfuzları birçok devletin ekonomik kaynaklarının çok üzerine çıkabilmektedir (Bauman, 1999: 67).
Küresel ekonomik gidişin ortaya çıkardığı dev işletmeler, uluslararası sermaye hareketleri ve hükümetler dışı örgütler gibi yeni uluslararası aktörler, ulus-devlet anlayışının sorgulanmaya başlamasına neden olmaktadır (Hodgetts, 1994: 31).
Hızı her geçen gün artan bu süreçte, küreselleşmenin yanı sıra oldukça sık kullanılmaya başlayan bir diğer kavram bölgeselleşmedir. Uluslararası ilişkilerin gelişmesi ve yoğunlaşması, birden fazla ülkede üretim yapılması gibi olgular aynı coğrafi bölge içinde olan ülkeleri bloklar halinde işbirliği yapmaya yöneltmektedir (Drucker, 1993: 17).
Bölgesel bloklaşmanın artması halinde küreselleşme olgusunun nasıl etkileneceği konusunda birkaç görüş vardır: Küreselleşmeyle bloklaşma çatışacaktır, küreselleşmeye rağmen bloklaşmalar gerçekleşecek ve ön plana çıkacaktır veya küreselleşme ve bloklaşmalar birlikte ve uyum içinde yollarına devam edeceklerdir.
Aslında, Çok Uluslu Şirketlerin imalat, hizmet ve pazarlama faaliyetlerinin önemli bir kısmı küresel değil bölgeseldir. Siyasi etkenler ve korumacı düzenlemeler, dünya piyasasını tam bir küreselleşme için gerekli olan çok başlılıktan ziyade bölgeselliğe doğru itmektedir (Rugman, 2004: 17).
Küreselci ekonomistler tarafından küreselleşmenin motoru olarak kabul edilen Çok Uluslu Şirketler, aslında bölgesel yapılanmalardır. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan bölgesel dengesizlikler ve baskılar nedeniyle, bütünselliğini ve homojenliğini kaybeden küre, şekil bozukluğuna uğramakta ve adaletsiz bir yapıya bürünmektedir.
Sözü edilen bölgeler Amerika Bölgesi, Avrupa Bölgesi ve Japon-Pasifik Girişimi Bölgeleridir. Dünya imalat sektörünün büyük bölümüne hâkim olan 500 dev Çok Uluslu Şirket, faaliyetlerini bu bölgelerdeki iş ağları içinde yürütmektedir. Uluslararası kuruluşların Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması gibi çalışmaları da aslında bölgesel üretimi desteklemektedir (Rugman, 2004: 33-35).
Bir yanda, gelişmiş belli bölgelerden yine gelişmiş belli bölgelere müthiş bir yatırım ve sermaye akımı, diğer yanda bu bölgesel hareketlenmenin dışında kalmış yüzlerce ülke söz konusudur.
4.5.1.1.8. Yerelleşme
Küreselleşme sürecinin destekleyici unsurlarından biri olan teknolojinin yerel kültürler üzerindeki etkileri paradoksal sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir. Teknoloji bir yandan yerel kültürleri tehdit ederken bir yandan da onlara kendilerini ifade için iletişim ve bilgi alanını kurma imkânını vermektedir. Bu yolla yerel kültürler canlanıp, dinamizmlerini artırabilmekte, dinsel ve geleneksel değerlere dönüşebilmektedir. Hatta devrini tamamlamış marjinal kültürler de yeniden dirilme imkânı bulabilmektedir. Böylece bütünleşme sürecindeki yeni dünya toplumunun ayrışma tohumları da aynı süreç içinde filizlenebilmektedir. Bu noktadan yola çıktığımızda iletişim ve bilginin küreselleşmesinin türdeş olmayan bir dünyaya yol açması da mümkün görünmektedir. Çünkü, kültürün küresel boyutta homojenleşmesiyle, buna tepki olarak yerel kültürlerin güçlenmesi eşzamanlı olarak gerçekleşmektedir.
Yerelleşme, milletler açısından, bir yandan küreselleşmenin karşısında kendi kültürünü ayakta tutabilmenin bir aracı olurken, diğer yandan da etnik mikro milliyetçilik akımlarına yol açarak ulus-devlet anlayışını tehdit edebilmektedir. Artık Ulus-Devlet yapısının dayandığı temel anlayış olan “self-determination” kavramı sorgulanmaktadır (Soner, 2005: 76). Küreselleşme sürecinin paradoksal bir biçimde doğurduğu parçalanma ve ufalanmaların ürünü olan etnik anlayışlar, kendilerini ve dünyayı yeniden gözden geçirmektedirler.
Günümüzde, ulus-devletler, uluslar ötesi yeni aktörler ve bölgeselleşme eğilimleri nedeniyle üstten bir baskıya maruz kalırken, etnik akımlar tarafından da alttan sıkıştırılmaya başlanmışlardır.
4.5.1.1.9. Yerelleşmenin Ulus-altı Boyutu: Yerel Yönetimler
Yerelleşmenin bir diğer boyutu yönetim alanında yaşanmakta ve ulus devletlerin yönetim sistemleri içinde yer alan yerel yönetimlerin önemi gittikçe artmaktadır.
Küreselleşme sürecinde insan haklarının ve özgürlüklerin yaygınlaştırılması, demokrasinin geliştirilmesi, çevrenin korunması gibi temel değerler ön plana çıkmıştır. Evrensel nitelik kazanan bu değerler, ulus devletleri demokratikleşme, yerelleşme, saydamlık, katılım, esneklik, hesap verilebilirlik diye adlandırılan güçlü eğilimlerin baskısına maruz bırakmıştır. Ülkeler bu eğilimlere cevap vermek üzere devletin küçülmesi, deregülasyon, özelleştirme yöntemleri uygulamaya başlamış ve politikalarında dönüşüm süreçleri gündeme gelmiştir (Köse, 2003: 3).
Sayılan gelişmeler ve izlenen yöntemler yerel yönetimlerin işlevlerini artıran etkiler yaratmıştır.50 Demokrasinin “olmazsa olmaz” koşullarından biri olarak görülen yerel yönetimler, halka yakınlıklarıyla, doğrudan ve ucuz hizmet verebilen ve halk katılımına geniş olanaklar sağlayan yapılarıyla, önceden olmadığı kadar önem kazanmaya başlamışlardır. Demokrasinin geliştirilmesinin yanı sıra hızlı ve dengeli bir toplumsal kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi, yerel yönetimlerin güçlendirilmesine bağlı hale gelmektedir.
Devletin yetkilerinin ve kaynaklarının yerel yönetimlere devredilerek bu birimlerin güçlendirilmesi olarak da tanımlanan yerelleşmenin anlamı ve içeriği küreselleşme sürecinde genişlemiştir. Yerel yönetimlerin güçlendirilmelerinin yanı sıra sivil toplum kuruluşlarının etkinliklerinin artırılması, yerel medyanın desteklenmesi, yerel girişimciliğin önünün açılması, halkı yönetime daha geniş katılımının sağlanması ve yerel yönetim birliklerinin yaygınlaştırılması yaygın biçimde kullanılan yerelleşme yöntemleri haline gelmiştir (Tunçer, 2012: 135).
Küreselleşme sürecinde yerel yönetimlerin artan ağırlığı, değişmekte olan devlet-vatandaş ilişkilerini de etkilemektedir. Yerelleşmeyle halkın istekleri devlet- vatandaş ilişkilerine daha kolay yansıtılmakta, katılımcılık etkinleştirilmekte, hesap verilebilirlik sağlanmakta ve saydamlık artırılmaktadır. Sayılan bu kavramların oynadıkları rolün yanı sıra, yerel yönetimler insanların özgürleşmesinde, kurumların demokratikleşmesinde ve demokratik bilincin gelişmesinde önemli görevleri yerine getirmektedirler (Tunçer, 2012: 137).
4.5.1.2. Yeni Kamu Yönetimi Anlayışının Etkileri
Özellikle 20. yüzyılın ikinci yarısındaki küresel gelişmeler karşısında, geleneksel kamu yönetimi uygulamalarının yetersiz kaldığı ileri sürülerek, dünyanın çeşitli ülkelerinde kamu yönetiminde yeniden yapılanma çalışmaları başlatılmıştır. Bu çalışmalar genellikle sağ iktidarlar tarafından yönlendirilmiş, çözüm için yeni liberal yaklaşımlar geliştirilmiştir. “Yeni Sağ Akım” olarak adlandırılan iktidarlar tarafından sosyal refah devleti anlayışından uzaklaşılması ve piyasa ekonomisini geliştirmeye yönelik politikaların yürürlüğe konması, kamu yönetiminde bir “model” değişimini gündeme getirmiştir.
Kamu yönetimindeki sosyal adalet, eşitlik, katılım ve kamu malı gibi kavram ve değerler yerlerini, rekabet, özelleştirme, bireysel sorumluluk ve tercih gibi yeni sağ akımın kavramlarına terk etmeye başlamışlardır. Bu akımın önerdiği piyasa temelli kamu yönetimi yaklaşımıyla, kamu kurumları ve bürokratların girişimciye, kamu mallarından yararlananların “tüketici” ya da “müşteriye” dönüşmesi öngörülmüştür (Çukurçayır ve Eşki, 2009: 155).
Geleneksel kamu yönetimi anlayışı, esnek ve adem-i merkeziyetçi örgütlenmelere ve sonuç odaklı yaklaşımlara yöneltilmiş; vatandaşın müşteri olarak algılanmaya başlandığı yönetim anlayışı ve yöntemleriyle değiştirilmeye çalışılmıştır (Eryılmaz, 2002:233).
Ortaya çıkan yeni bakış açıları ve değişen yöntemler, yönetim ile yurttaş arasındaki ilişkinin dengesini yurttaş lehine çevirmeye yönelmiştir. Yurttaşlara siyasete ve yönetime daha fazla katılma ve biçimlendirme olanakları sağlanmayı hedefleyen bu yaklaşıma göre, temel çıkış noktası olarak kabul edilen yurttaşın istek, beklenti ve çıkarlarının kamu politikalarını belirlemesi gerekmektedir (Çukurçayır ve Eşki, 2009: 153-154).
Düşünsel temellerini yeni sağ akım, toplam kalite yönetimi ve kamu tercihi okulu gibi görüşlere dayandıran müşteri odaklı yaklaşım son dönemlerde de “Yeni Kamu Yönetimi” anlayışı çerçevesinde dile getirilmeye başlanmıştır. Hangi akım ya da görüşe dayandırıldığından bağımsız olarak, yeni kamu yönetimi anlayışının ortaya çıkışı, yurttaşların yükselen beklentilerine, yoğunlaşan rekabete, çalışanların değişen potansiyellerine ve teknolojide meydana gelen değişiklere bağlanmaktadır ( Çukurçayır ve Eşki, 2009: 155-156).
Kamudan hizmet talep etmenin bir müşteri olmaktan çok, bir vatandaşlık hakkı olduğunu düşünenlere göre ise, değişen yeni ihtiyaçları karşılamak için, yurttaşların müşteri olarak adlandırılmaları şart değildir. Üstelik, kamu yönetiminin hâlâ özel sektörden farklı işlevleri ve amaçları vardır. Kamu yönetiminin amacı kar etmek değil, halka eşitlik ve kamu yararı ilkeleri doğrultusunda hizmet etmektir (Çukurçayır ve Eşki, 2009: 159).
1980’li yıllardan sonra kamu yönetiminde yaşanan bu değişimin etkileri yerel yönetimlerde de görülmektedir. Merkezi ve yerel diğer dinamiklerin de etkisiyle yerel yönetimler, adil ve eşit paylaşılan rol ve sorumluluklar içinde, yurttaşlar, özel sektör ve sivil toplum kuruluşlarıyla işbirliğine yönelmişler; yerel konularda çıkar ve öncelikleri belirlemek, yerel hizmetlerin kalitesini artırmaya yönelik çözümlere katkıda bulunmak gibi alanlarda birlikte çalışmalar yapmaya başlamışlardır (Çukurçayır ve Eşki, 2009: 162).
İşletme yönetiminde( menagement) geçerli olan bazı yöntemlerin de kamu yönetimine (administration) uyarlanmaya başladığı bu dönemde, katı, hiyerarşik ve bürokratik kamu yönetimi anlayışı, esnek ve piyasa tabanlı bir anlayışa dönüştürülmeye çalışılmıştır. Küçüklük, basitlik ve yalınlık gibi kavramlar ön plana çıkarılmış; performansa dayalı çok yönlü bir sorumluluk sistemi uygulamaya konmuş ve özel sektörle daha çok işbirliği yapılması amaçlanmıştır.
Yeni yaklaşımların önemli amaçlarından biri, devletin küçülmesi ve işlevlerinin kısıtlanmasın yoluyla kamu harcamalarının düşürülmesidir. Bürokrasinin etkinliğinin arttırılması ve hizmetler verilirken pazar mekanizmalarının devreye sokulmasının, kamu sektörünün problemlerinin çözümünü kolaylaştırıcı etkenler olacağı düşünülmüştür. (Gözel, 2003:199).
Dünyada yaşanan gelişmeler kaçınılmaz olarak Türkiye’deki yönetim anlayışını etkilerken, ihracata dayalı dışa dönük bir stratejiye geçilmesi ve piyasa ekonomisini geliştirmeye dönük politikalar da, kamu yönetimi alanında değişimi hızlandıran önemli etkenler arasına girmiştir. Bu dönemde sivil toplum anlayışı güçlenmiş, daha önce fazla dikkat çekmeyen sivil toplum örgütlerinin sayısı önemli bir artış göstermiştir. Sivil toplum örgütleri, bireyi devlet karşısında koruyacak mekanizmalar olarak değerlendirilmeye başlanmıştır.
1980 sonrasında, küresel gelişmelerin etkisiyle serbestleşmeyi içeren bazı ekonomik reformlar gerçekleştirilmiştir. Ancak bu süreç, tutumluluk, etkinlik, verimlilik, kalite, hesap verebilirlik, yönetişim, vatandaş odaklılık, esnek örgüt yapıları, yerindelik ve performansa dayalı yönetim gibi, daha çok kamu yönetimi anlayışını ve yapısını bir bütün olarak yeniden düzenlemeyi amaçlayan yeni reformlarla devam ettirilememiştir (Eryılmaz, 2002:242).
1990’lı yıllarda, daha da belirginleşen kamuda yeniden yapılanma ihtiyacı karşılanamamış ve bu alanda diğer ülkelerin gerçekleştirdikleri değişimin oldukça gerisinde kalınmıştır. 2000’li yıllarda, artan küresel gelişmelerin yarattığı yerelleşme ivmesi ve Avrupa Birliği’ne uyum çalışmalarının etkisiyle, kamuda yeniden yapılanma süreci hızlanmıştır. 2004 yılında çıkarılan 5216 sayılı Büyükşehir Belediye Kanunu, 2005 yılında çıkarılan 5393 sayılı Belediye Kanunu ve 5302 Sayılı İl Özel İdaresi Kanunlarıyla yeni yerel yönetim anlayışı uygulamaya konmaya çalışılmıştır. Son olarak, 2012 yılında çıkarılan Büyükşehir Belediyelerini yeniden düzenleyen yasa ile sadece yerel yönetim sistemi köklü bir değişime uğramakla kalmamış, Türkiye’nin genel yönetim yapısını oldukça etkileyecek düzenlemeler yapılmıştır.
4.5.2. 21. Yüzyılda Yapılan Değişikliklerin Dayandığı Anahtar Kavramlar
Yerelleşme, yönetişim, sürdürülebilirlik ve katılım kavramları son zamanlarda sıkça karşılaşılan ve birbirleriyle yakından ilişkili kavramlardır. Modern kamu yönetiminin ve özellikle modern yerel yönetim anlayışının anlaşılmasında, deyim yerindeyse, anahtar niteliği taşımaktadırlar. Çoğu zaman birlikte, hatta iç içe geçmiş şekilde karşılaştığımız bu kavramlar, bir yandan da, birbirlerini tanımlayan ve anlatan unsurları barındırmaktadır. Bir diğerini açıklamak için kullanılması kaçınılmaz olan bu kavramlar, hesap verilebilirlik ve açıklık kavramları da eklenerek, modern yerel yönetim öğretisinin “olmazsa olmazları” olarak adlandırılabilirler.
4.5.2.1 Yerelleşme ve Yerellik (Yerindenlik) İlkesi
Modern dünyada hemen her ülkede devlet hizmetleri, merkezi ve yerel yönetimler eliyle yürütülmektedir. Yerel yönetimlere bırakılan hizmetlerin seçilmiş yöneticilerce yürütülmesi, halkın kendi kendini yönetmesi amacının bir ürünü olarak da tanımlanmaktadır (Keleş, 2006: 25).
Kent yöneticileri, yaratıcı girişimcilerin önünü açacak iklimi oluşturmaya çalışmakta ve küresel sermayenin dikkatini kentlerine çekecek uygulamalar yapmaktadırlar. Çünkü geleceğin toplumunda ulusal ekonomiler şehirleri değil şehirler ulusal ekonomileri taşıyacaktır.
Birleşmiş Milletler tarafından düzenlenen ve dünyanın geleceği üzerinde uluslararası bir bakış oluşturmayı hedefleyen dünya zirvelerinin önemli bir kısmında alınan kararlar, temel görevleri yerel yönetimlere yüklemektedir (Kazgan, 2005: 16).51
1992 yılında Birleşmiş Milletler’ in düzenlediği dünya zirvesinden sonra yayınlanan Rio Deklarasyonu ve Gündem 21’de işaret edilen sorunlar ve bunlara getirilen çözümler yerel yönetimlerle ilişkilendirilmiştir (Atabey ve Kaçmaz, 2007: 42). Çözümlerin yerelden başlatılması anlayışı, küresel anlamda benimsenen yerellik ya da yerindenlik (subsidiarity)ilkesinin yanı sıra, önemi gittikçe artan demokratik katılım ilkesine dayandırılmaktadır (Keleş, 2006: 55,56).
Yerellik ilkesi (the principle of subsidiarity),yerindenlik ilkesi veya hizmette halka yakınlık ilkesi olarak da adlandırılmaktadır. Bu ilke, kamu hizmeti verilirken sorumlulukların, genellikle ve tercihen,yurttaşlara en yakın olan yönetimler tarafından yerine getirilmesini esas almaktadır. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda tanımı yapılan ve kamusal ihtiyaçları karşılamak üzere oluşturulan farklı yönetim düzeyleri arasındaki yetki paylaşımını düzenleyen bu ilkeye göre, alt düzeydeki birimin yetkisinin üst düzeye devredilmesi, yalnızca mutlaka gerekli olduğu durumlarda ve hizmetin daha iyi görülmesi gerektiğinde söz konusu olabilir (Özel, 2000: 41).Başka bir deyişle, söz konusu görevin kapsam ve niteliğinin bu devri zorunlu kılması ya da alt düzeydeki yerel yönetimlerin görevi yerine getirecek yetenek ve ekonomik güce sahip olmaması gerekir (Keleş, 2012: 57).52
4.5.2.2. Yönetişim
Dünyanın karşı karşıya olduğu çok yönlü dönüşüm süreci yönetim algısında yeni arayışların ortaya çıkması sonucunu doğurmuştur.
Yönetim alanında yaşanan gelişmeler doğal olarak karar verme süreçlerini etkilemekte ve klasik karar verme yöntemlerinin değişmesine neden olmaktadır ( Özer, 2012: 147-148).
Bir yönetim sistemindeki tüm aktörlerin katılımı ve ortak çabasıyla ulaşılan sonuçların oluşturduğu yapı olarak nitelenen ve “yönetişim” (governance) adı verilen yeni bir kavram karar alma süreçlerinde belirleyici olmaya başlamıştır. Yönetişim kavramı kısaca “hep birlikte yönetim” olarak açıklanmaktadır. Kamu yönetiminin yanı sıra, sivil toplum ve özel sektör kuruluşlarını da kapsayan karmaşık bir sistemi, bu kuruluşların kendi aralarındaki ilişkiler ağını ve karşılıklı etkileşimlerini anlatmaktadır.
Toplumdaki aktörleri ortak ve paydaş olarak niteleyen yönetişim, farklı ve çatışan çıkarları koordine eden, yönetimin değişik aktörlerinin birbirleriyle etkileşiminin ortaya çıkardığı bir süreç olarak görülmektedir.Yönetişim ve yönetim kavramlarının ayrışması da bu bağlamda ortaya çıkmaktadır. Hükümet etmek anlamını taşıyan yönetim kavramı, yukardan aşağı tek yönlü olarak işleyen hiyerarşik nitelikteki bürokratik yapılanmaya dayanan yönetim anlayışını öne çıkarır. Yönetişim kavramı ise, hiyerarşik bürokratik yapıyla birlikte, hükümet dışı aktörlerin yönetim sürecinde etkin bir biçimde yer almasını anlatır. Yönetim sürecinde rol oynayan aktörlerle örgütler arasındaki etkileşim ve resmi ya da resmi olmayan kişi,grup ve kuruluşların katılımı söz konusudur ( Yüksel, 2000:145).
Yönetişim, sadece hiyerarşinin üst seviyesinde olanın tek yönlü kararlarıyla yönetilmek yerine, çok sayıda otonom aktörün karşılıklı etkileşmeleriyle aralarında oluşan uyum ve koordinasyon ile sağlanmaktadır (Özer, 2012: 166).
Yönetim ve yönetişim kavramları arasındaki farkı tarihsel süreç içinde ortaya koymaya çalışanlara göre, 21.yüzyılın yönetişim anlayışı, 20. yüzyılın yönetim anlayışını kapsamlı bir değişikliğe uğratmış; merkeziyetçilik yerine yerellik, üniter yapı yerine federalizm, katı bürokrasi yerine katılım, kapalılık yerine açıklık, hiyerarşi yerine hesap verilebilirlik ve sorumluluk ilkeleri getirilmiştir(Özer, 2012: 156).
Yönetişim iktidar gücünün sınırlarıyla ve hükümet dışı örgütlerin rolleriyle ilgili yeni bir bakış açısını da yansıtmaktadır. Başta çok uluslu şirketlerin etkisi olmak üzere dünya ekonomisindeki gelişmeler, üretim yöntemlerindeki değişimler, uluslararası ticaretin genişlemesi, bilgi ve iletişim sistemlerindeki ilerlemeler, sermaye ve finans pazarlarının yeniden düzenlenmesi gibi etkenler, yönetişim kavramının ortaya çıkmasında ve yaygınlaşmasında büyük oranda etkili olmuştur ( Yüksel,2000:147).
Ancak, kontrol ve yönlendirme etkisinde azalmalar gözlense de, devletin tamamen zayıf ve güçsüz olması söz konusu değildir. Yönetimde ya da yönetişimde, ulusal ya da uluslararası alanda, devletin temel aktör olarak yerini korumaya devam ettiği açıktır.
Devlet dışı aktörlerin ve bireylerin harekete geçirildiği ve yönetimin paydaşı olarak görülmeye başlandığı bu süreçte, devlete düşen görev, bu aktörleri güçlendirmek, yetkilendirmek ve yapabilir kılmak olarak değerlendirilmektedir. Yönetilenlerin karar alma süreçlerine doğrudan katılımına olanak verilmesi, sivil toplum yapılanmalarının güçlendirilmesi ve çıkarlarını temsil eden yasal kurumlar aracılığıyla yurttaşların seslerini duyurabilmeleri, yönetişimin başarılı olabilmesi için yerine getirilmesi gereken zorunlu şartlardır (Özer, 2012: 167).
4.5.2.3. Küresel Yönetişim
Yönetişim kavramı ve uygulamaları sadece ulusal ve yerel düzeydeki yönetim sistemlerini etkilememekle kalmamış, evrensel düzeydeki sorunların çözümünde de sıklıkla kullanılmaya başlayan bir yöntem olmuştur.
Küreseldüzeyde yaşanan,iklim değişikliği başta olmak üzere küresel çevre sorunları, küresel terörizm, bulaşıcı hastalıklar, petrol ve besin fiyatlarındaki dalgalanmalar, mali krizler, nükleer silahların hızlı artışı, dengesiz nüfus artışı, açlık, fakirlik, göç ve süre giden bölgesel çatışmalar gibi küresel problemlerin çözümü, insanları “karmaşık bir yönetişim” sorunu ve bu sorunun çözümü için “karmaşık bir yönetişim” mücadelesiyle karşı karşıya getirmiştir.
Sayılan sorunların hiçbirinin “egemen devletlerin” tek başına hareket etmesiyle çözülemeyeceği, hatta süper güç olduğu varsayılan ABD’nin bile buna gücünün yetmeyeceği düşünülmektedir.Bu sorunların, hepsinin çözümü, devletler ve devlet olmayan aktörler arasında bir biçimde “işbirliği” yapılmasını; pek çoğunun çözümü, sıradan yurttaşların “katılımını”; bazılarının çözümü, yeni UA kuralların tartışılması ve gözlemlenmesi için “ yeni UA mekanizmaların” kurulmasını gerektirmektedir ( Karns and Mingst , 2010: 3 ).
BM desteğiyle 1995 yılında kurulmuş bağımsız bir grup olan Küresel Yönetişim Komisyonu yönetişimi,kişilerin ve kurumların, kamunun ve özel sektörün ortak işlerini yönetmek için başvurulan ve uygulanan birçok yolun ve yöntemin toplamı olarak tanımlamıştır. Yönetişim, çatışan ya da farklı çıkarların uyumlaştırılması ve ortak eylemlerin gerçekleştirilmesi yöntemleriyle yürüyen bir süreçtir.53 Kişilerin ve kurumların kabul etmesi ya da kendi çıkarlarına uygun görmesi gereken, resmi ya da resmi olmayan düzenlemeleri içerir ( Karns and Mingst , 2010: 4 ).
Belirtmek gerekir ki, küresel yönetişim terimini sevmeyen bazı yazarlar bunun yerine “iyi yönetim” ya da “iyi yönetişim” terimlerini kullansalar da, küresel yönetişim küresel yönetim anlamına gelmez. Bu sadece, birinin üstte diğerinin altta olduğu hiyerarşik bir kelime düzenlemesi de değildir. Aralarında kapsam, nitelik ve yöntem farklılıkları gözlenmektedir.54
Küresel yönetişim, bugünün dünyasında var olan, resmi ya da gayrı resmi, kamusal ya da özel, kurallar ve yöntemlerin, yönetişimle ilgili eylemlerin, çok-katmanlı bir biçimde bir araya toplanmasıdır. Bütün bunlar aynı zamanda küresel yönetişimin parçaları olarak nitelendirilmektedirler.55
Küresel yönetişim anlayışının köklerinin daha geriye gittiğinin bilinmesine rağmen, soğuk savaş sonrası yükselen küreselleşme, yeni kamu yönetimi ve liberalizm eğilimleri, küresel yönetişim kavramının çağdaş anlatımını önemli ölçüde etkilemiştir. Soğuk savaş sonrası, liberalizm ve küreselleşme süreçleri, UA toplumun çeşitli alanlarında ortak kararları kimin alacağı ve bu kararların alınacağı kurumlar/otoriteler hakkında belirgin değişiklikler getirmiştir. Başka bir deyişle, küresel yönetişimin etkin olmaya başladığı uluslararası arenada yeni aktörler ortaya çıkmış ve belirleyici olmaya başlamışlardır.56
4.5.2.4. Gündem 21 Bağlamında Sürdürülebilir Kalkınma ve Katılım57
İkinci Dünya savaşı sonrası dönemde evrensel barışın ve güvenliğin yeni bir tehlikeyle karşılaşmasını engellemek amacıyla kurulan Birleşmiş Milletler, çağdaş uluslar arası gelişmelere paralel olarak yüklendiği yeni görevleri yerine getirebilmek için dünya zirveleri düzenlemektedir. Küresel sorunların çözümüne yönelik çabalara yön vermek için, modern dünyada ortaya çıkan ve önceki bölümde değinilen “küresel yönetişim” gereksinmesinin karşılanmaya çalışıldığı Birleşmiş Milletler, çözüm süreçlerine sivil toplu örgütleri başta olmak üzere “küresel yönetişimin aktörlerini” dahil etmeye çalışmaktadır.58
4.5.2.4.1. Sürdürülebilir Kalkınma
1992 Brezilya’nın Rio şehrinde yapılan “Yeryüzü Zirvesi”nde, Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler tarafından 21. Yüzyılın küresel hedefi olarak benimsenen ve “Gündem 21” başlıklı eylem planının temel dayanağı olan “sürdürülebilir kalkınma” kavramı şekillenmeye başlamıştır.
Bu zirvede, 1970’li yıllardan başlayarak, insan yaşamının çevre üzerindeki olumsuz etkilerinin hız kazandığına ve giderek yükselen bir ivmeyle dünyanın doğal dengesinin bozulmakta olduğuna dikkat çekilmiştir. Doğal kaynakları hesapsızca tüketilen bir dünyada sürekli artan çevresel bozulma ve bu bağlamda çölleşme, ormansızlaşma, canlı türlerindeki azalma, su ve toprak kirliliği, atıklar, asit yağmurları, küresel ısınma, ozon tabakasının aşınması gibi gelişmeler ön plana çıkmıştır. Çevre sorunlarının, dünyadaki nüfus patlaması, artan yoksulluk ve işsizlik, sağlıksız kentleşme, silahlanma yarışı, derinleşen uluslararası eşitsizlik gibi sorunlara da yönelecek şekilde, yeni ve geniş bir bakış açısı ile ele alınması zorunlu hale gelmiştir.
Ana hatlarıyla çizilen bu manzara karşısında zirvede varılan çözüm yolu ise, çevre ile kalkınma arasındaki yaşamsal köprünün güçlendirilmesine ve kalkınmanın “sürdürülebilir” olmasına bağlanmıştır(Emrealp, 2005: 13).
Aslında, “Sürdürülebilir Kalkınma” kavramı, ilk uluslararası ifadesini, Haziran 1972’de İsveç’in Stockholm kentinde yapılan “Birleşmiş Milletler İnsan Çevresi Konferansı” sırasında bulmuştur. Konferans’ın temel çıktısı olan Stockholm Bildirgesi’nde, çevrenin “taşıma kapasitesi” ne dikkat çeken, kaynak kullanımında kuşaklar arası adaleti ve bölüşümü gözeten, ekonomik ve sosyal gelişmenin çevre ile bağlantısını kuran ve kalkınma ile çevrenin birlikteliğini vurgulayan ilkeler, “sürdürülebilir kalkınma” kavramının temel dayanaklarını oluşturmuştur. Sürdürülebilir kalkınma konusunda “katılım”ın önemi ve işlevi de, çok zayıf bir şekilde ifade edilmiş olmakla birlikte, yine aynı bildirgede yer almıştır (Emrealp, 2005: 13).
BM Genel Kurulu tarafından, 1972 Stockholm Konferansı’nda alınan kararların ne ölçüde yaşama geçirildiğinin değerlendirilmesi ve bunun ışığında, küresel ölçekte çevre ve kalkınma sorunlarının tanımlanması ve çözümlerine yönelik stratejiler geliştirilmesi amacıyla, 1983 yılında BM Dünya Çevre ve Kalkınma Komisyonu oluşturulmuştur. Bu Komisyon tarafından yürütülen çalışmalar sonucunda, 1987 yılında “Ortak Geleceğimiz” başlıklı ünlü rapor yayımlanmıştır. 59
Raporda, artan kentsel sorunlara çözümler üretilmesi ve kentlerin iyileştirilmesi için getirilen bir dizi öneri arasında yer alan “yerel yönetimleri güçlendirmek” başlığı altında yerel yönetimlere verilen rol, merkezi yönetim politikalarının yerelde daha etkin bir biçimde uygulanmasını sağlamak ile sınırlı kalmaktadır. Önemli bir yenilik olarak rapora yerleştirilen “yurttaş katılımı”, “yerel yönetimin hizmet açığını kapamaya” yönelik olarak, “yoksulların kendi semt derneklerinde yerel öz yönetimlerini sağlaması” şeklinde ifadesini bulmaktadır. Henüz bir “ortak” olarak pek ciddiye alınmayan sivil toplum kuruluşlarından ise, yalnızca, çeşitli önlemlerle artacağı varsayılan yerel kaynakların bir kısmının “halk gruplarına” aktarılmasına “aracılık” etmeleri beklenmektedir (Emrealp, 2005: 14).
1992 yılında Rio’da toplanan BM Yeryüzü Zirvesi’nde “sürdürülebilir kalkınma”, tüm insanlığın 21. yüzyıldaki ortak hedefi olarak benimsenmiştir. Bu doğrultuda, 21. yüzyılda çevre ve kalkınma sorunlarıyla başa çıkılmasına ve sürdürülebilir kalkınma hedefine ulaşılmasına yönelik ilkeleri ve eylem alanlarını ortaya koyan “Gündem 21” başlıklı Eylem Planı, Zirve’nin temel çıktısı olarak, BM üyesi ülkelerce kabul edilmiştir.
Rio Zirvesi, yalnızca “sürdürülebilir kalkınma” kavramını küresel gündeme etkin bir biçimde sokmakla kalmamış, katılımcı mekanizmaların ve süreçlerin önce Birleşmiş Milletler, ardından tüm hükümetler ve diğer kuruluşlar tarafından benimsenmesini, ya da en azından dikkate alınmasını sağlamıştır. 60
4.5.2.4.2. Katılım
Rio Bildirgesi’nin 10. ilkesi, çevre sorunlarının ilgili bütün vatandaşların “uygun düzeyde katılımının” sağlanarak ele alınması gerektiğini belirtmiştir. Ek olarak, her bireyin ulusal düzeyde çevreye ilişkin bilgilere erişebilmesinin, karar alma süreçlerine katılabilmesinin ve gerek yargısal gerekse yönetsel birimlere etkili bir şekilde başvurabilmesinin sağlanması gerektiği vurgulanmıştır (Güneş, 2010: 300).
4.5.2.5. Yerel Gündem 21’den Kent Konseylerine Katılım
4.5.2.5.1.Yerel Gündem 21
Rio Zirvesinin önemli çıktılarından olan ve geleceğe yönelik göndermeler içeren Gündem 21, “İnsanlık, tarihsel bir dönüm noktasındadır” cümlesiyle başlamaktadır.Uluslararasında ve ulusların kendi içerisindeki eşitsizliklere, giderek artan yoksulluk, açlık, hastalıklar ve cehalete, ekosistemlerdeki kötüleşmeye dikkat çekilmektedir. Çıkış yolu olarak ise, temel gereksinimlerin karşılanmasını, yaşam standartlarının iyileştirilmesini, ekosistemlerin daha iyi korunması ve yönetimini ve daha güvenli bir geleceğe giden yolun yapıtaşlarının döşenmesini sağlayacak “küresel ortaklık” kavramı gündeme getirilmektedir.Küresel ortaklığı gerçekleştirilmesi ise, yukarda anlatılan “küresel yönetişim” mekanizmalarını hayata geçirmeyi zorunlu kılmaktadır.
Gündem 21’in temel yaklaşımları içinde, merkezi yönetim-yerel yönetim ilişkilerinin “yerinden yönetim” anlayışı doğrultusunda güçlendirilmesi, hükümetler ve hükümet-dışı kuruluşlar arasında işbirliğinin geliştirilmesi ve halkın etkin katılımının sağlanması gibi öncelikler ön plana çıkmaktadır (Emrealp, 2005: 16).
Ayrıca, Gündem 21’de ele alınan sorunların ve çözümlerin önemli kısmının yerel düzeydeki eylemlere ihtiyaç duyması nedeniyle, belirlenen hedeflerin gerçekleştirilmesinde yerel yönetimlerin katılımı ve işbirliği belirleyici bir etken olacağı görüşü savunulmaktadır. “Yerel Gündem 21” kavramının dile getirildiği belgede, yerel yönetimlerin öncülüğünde, sivil toplumun ve tüm diğer ilgililerin, kendi sorunlarını ve önceliklerini birlikte belirleyerek, kentleri için “21. Yüzyılın Yerel Gündemi”ni oluşturmaları karara bağlanmaktadır.61
Bu bölümün en önemli yönlendirmelerinden biri olarak, yerel yönetimlerden, öncülük ettikleri Yerel Gündem 21 sürecine uyum sağlamaları beklenmekte ve “Gündem 21’in hedefleri doğrultusunda yerel yönetimlerin, kendi programlarını, politikalarını ve yönetmeliklerini, benimsenen yerel programları esas alarak gözden geçirmeleri ve değiştirmeleri” gerektiği vurgulanmaktadır.
Bu bağlamda, Gündem 21’in hedeflediği sürdürülebilir kalkınmanın yerel düzeyde yaşama geçirilmesini sağlayacak başlıca mekanizma olarak kabul edilen Yerel Gündem 21, esas olarak “çevre ve yaşam kalitesinin geliştirilmesi projesi”dir
Sürdürülebilir kalkınma kavramının demokrasi, insan hakları, katılımcılık, şeffaflık, etkinlik, hesap verme ve yerel yönetişimin diğer vazgeçilmez kavramlarıyla birlikte anlam kazanmasından hareketle, Yerel Gündem 21’in içinde yer alan yerel eylem planlaması sürecinin aynı zamanda “yerel demokrasinin geliştirilmesi projesi” olduğu açıkça görülmektedir (Emrealp, 2005: 20).62
4.5.2.5.2. Yerel Gündem 21 ve Binyıl Bildirgesi
Gündem 21’in Türkiye’de tanınması, büyük ölçüde, 1996 yılında İstanbul’da düzenlenen BM Habitat II Kent Zirvesi sayesinde olmuştur. Habitat Gündemi’nde, “sürdürülebilir kalkınma” nın vazgeçilmez temelinin demokratik, insan haklarına saygılı, şeffaf, katılımcı ve halka hesap veren yönetimler olduğu belirtilmektedir. Habitat Gündemi, bu Gündem’in etkin olarak yaşama geçirilmesinin önkoşulunun, yerel yönetimlerin, sivil toplum kuruluşlarının ve diğer yerel aktörlerin etkin katılımı olduğunu vurgulayarak son bulmaktadır. Böylelikle, 21. yüzyılın başlarına damgasını vuran “yönetişim” ilkesinin de temel çerçevesi çizilmiş ve ana unsurlarına değinilmiştir.63
Konferans sırasında Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) tarafından uluslararası bir program olarak benimsenen Yerel Gündem 21 uygulamaları, Türkiye’nin de içinde bulunduğu 80’i aşkın ülkede, yaygın biçimde desteklenmeye başlanmıştır.
6-8 Eylül 2000 tarihleri arasında Birleşmiş Milletler’in New York'taki Genel Merkezi’nde, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 189 ülkenin Devlet ve Hükümet Başkanlarının katılımıyla, “yeni bir binyılın başlangıcında” yapılan liderler zirvesinde, günümüzün en güçlü ve öncelikli küresel taahhüt belgelerinden biri olarak kabul edilen Birleşmiş Milletler Binyıl (Millennium) Bildirgesi imzalanmıştır.
Bildirge’de, “tüm dünyada adil ve kalıcı bir barış sağlanması” kararlılığının dile getirilmesinin ardından, dünya ölçeğinde üstesinden gelinmesi gereken en temel sorunun, “küreselleşmenin tüm insanlık için olumlu bir güce dönüştürülmesi” olduğu vurgulanmaktadır.
Bildirge’de, 21. yüzyılın uluslararası ilişkileri açısından zorunlu görülen temel ilkelerin “özgürlük, eşitlik, dayanışma, hoşgörü, doğaya saygı ve ortak sorumluluk” olduğu belirtilmekte ve bu ortak değerlerin yaşama geçirilmesine yönelik hedefler belirlenmiş bulunmaktadır. Bu kapsamda, Bildirge’de özgürlük, demokrasi ve insan hakları konularındaki taahhütlerin yanısıra, bir dönüm noktası olması öngörülen 2015 yılına kadar gerçekleştirilmek üzere, kalkınmaya ve yoksulluğun azaltılmasına yönelik sekiz hedef belirlenmiştir.64
Binyıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşılmasında, bu hedeflerin yerel yönetimler, sivil toplum kuruluşları ve diğer yerel “aktörler” tarafından sahiplenilmesinin önemini giderek daha iyi kavranmaya başlamıştır. Bu yaklaşımın, 2002 BM Johannesburg Zirvesi’ne de yansıdığı görülmektedir. Zirve sırasında yapılan değerlendirmelerde, bu hedeflere ulaşılmasında “ortaklıklar” oluşturmanın önemi vurgulanmış ve konuyla ilgili çeşitli uluslararası programlar desteklenmeye başlanmıştır.
Yapılan bu değerlendirmeler doğrultusunda başlatılan çalışmalar sayesinde Binyıl Kalkınma Hedefleri’nin yaşama geçirilmesinde, Yerel Gündem 21’lerin yaşamsal bir işlevi bulunmaktadır. Binyıl Bildirgesi’nde özellikle “Kalkınma ve Yoksulluğun Azaltılması” (Bölüm 3), “Ortak Çevrenin Korunması” (Bölüm 4) ve “İnsan Hakları, Demokrasi ve İyi Yönetişim” (Bölüm 5) başlıkları altında getirilen küresel hedeflerin büyük bölümü, Yerel Gündem 21 süreçlerini doğrudan ilgilendirmektedir (Emrealp,2005: 24).
4.5.2.5.3. Türkiye Yerel Gündem 21
Gelişmiş ülkelerdeki Yerel Gündem 21 uygulamalarında Avrupa’nın başı çektiği görülmektedir. Türkiye’de ise süreç 1997 yılı sonunda, UNDP’nin desteğiyle,Uluslararası Yerel Yönetimler Birliği, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu Bölge Teşkilatı’nın (IULA-EMME) koordinatörlüğünde yürütülen “Türkiye’de Yerel Gündem 21’lerin Teşviki ve Geliştirilmesi” Projesi ile başlamıştır. İki yıllık bir uygulama dönemi sonrasındatamamlanan projenin başarılı olması üzerine UNDP, ikinci aşamaya da destek vermiş ve “Türkiye'de Yerel Gündem 21'lerin Uygulanması” başlığını taşıyan ikinci aşama projesi 2000 yılında başlamıştır. İkinci aşaması sırasında çeşitli alt-projelerin başlatılması ve yeni katılımlarla proje ortağı yerel yönetimlerin sayısının 50’yi aşması sonrasında, Yerel Gündem 21 uygulamaları “proje” çerçevesinden çıkarılarak, uzun erimli bir “Program”a dönüştürülmüştür(Emrealp, 2005: 29-30)
Türkiye Yerel Gündem 21 Programı’nın üçüncü aşaması, birbirini destekleyen bir dizi projeyi içermektedir. Üçüncü aşamanın ana projesi, “Türkiye Yerel Gündem 21 Yönetişim Ağı Yoluyla BM Binyıl Bildirgesi Hedefleri ve Johannesburg65 Uygulama Planı’nın Yerelleştirilmesi” başlığını taşımaktadır. Bu proje kapsamında, merkezi yönetimin ilgi ve desteğinin arttırılması ve tanıtım eksikliğinin giderilmesi öngörülmekte ve ilgili küresel hedeflerin yerelleştirilmesinde, dünya ölçeğinde örnek oluşturacak uygulamalar sergilenmesi amaçlanmaktadır.
Yerel yönetim, belde halkının kendi yaşantısını doğrudan ilgilendiren kararların alınması ve uygulanması sürecine doğrudan katılabileceği, yerel kuruluşların ve bireylerin bilgi ve yeteneklerinin ortak kamusal yararlar doğrultusunda harekete geçirilebileceği en uygun konumda bulunan yönetimdir. Bu doğrultuda, Türkiye’de de yerel yönetimlerin, özellikle belediyelerin, Yerel Gündem 21 süreçlerinde vazgeçilmez bir rolü vardır. Ancak, Yerel Gündem 21, yerel yönetimlerin yasalar kapsamında üstlendiği görevlerden farklı olarak, “zorunlu” bir uygulama şeklinde değil, bu sürecin öneminin ve kente kazandırdıklarının bilincinde olan yerel yönetimlerin “gönüllü” olarak öncülük etmesi beklenen bir süreçtir (Emrealp, 2005: 39-40)
4.5.2.5.4. Yerel Gündem 21 Sürecinde Kent Konseyleri
Yerel Gündem 21 süreci kapsamında atılacak temel adımların başında, yerel ortaklıklara ve “yönetişim” kavramına işlerlik kazandırılması ve geniş tabanlı katılıma dayalı, kent ölçeğinde toplumsal uzlaşma sağlayıcı mekanizmalar oluşturulması gelmektedir. Bu yapılar içinde tüm örgütlü ortakların ve örgütsüz kesimlerin yeterli bir şekilde temsiline özen gösterilmesi; bireysel katılım ile kurumsal katılım dengesinin gözetilmesi gerekmektedir.
Yerel Gündem 21 süreci bağlamında, “kentine sahip çıkma”, “aktif katılım” ve “çözümde ortaklık” ilkelerinin bütünlüğünde, kentleri sürdürülebilir geleceğe taşıyan bir “ortaklık modeli” olarak tanımlanan Kent Konseyleri, yerel düzeyde demokratik katılımın yaygınlaştırılmasını, hemşehrilik bilincinin geliştirilmesini, çok-aktörlü ve çok-ortaklı yönetim tarzının benimsenmesini sağlamaktadır.
Kent Konseyleri’nin işlevleri, ilgili kentin “sürdürülebilir kalkınma” önceliklerinin ve hedeflerinin saptanması, ortak bir kent vizyonu oluşturulması, temel stratejilerin ve eylem alanlarının belirlenmesi gibi, üzerinde toplumsal uzlaşma sağlanması gereken konuları içermektedir. Ek olarak, almış oldukları tavsiyeniteliğindeki kararların, başta Belediye olmak üzere, ilgili kuruluşlarca benimsenmesi yönünde çaba göstermektedirler. Yerel eylem planlaması sürecinin yürütülmesi, benimsediği eylem planlarıyla tutarlılığını sağlamak amacıyla yerel politikaların, kararların ve eylemlerin izlenmesi gibi, sorumlulukların ortaklar arasında dengeli bir şekilde paylaşılmasını gerektiren konular da diğer işlevleri arasındadır (Emrealp,2005: 65).
Yerel Gündem 21 sürecinde yerel demokrasinin yönetişim kavramı ile birlikte ilerlediği düşünülürse, yönetenlerle yönetilenlerin buluştuğu ve yönetişim kavramının ortaya çıktığı yerler olan kent konseylerinin yerel demokrasinin kuvvetlenmesinde ve katılımcılığın gelişmesinde önemli bir unsur haline geldiği söylenebilir.
4.5.2.6. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Katılımcılık: Kent Konseyleri ve Kent Konseyi Yönetmeliği
Dünyada yaşanan gelişmelere paralel olarak Türkiye’de de katılımı sağlayacak ve etkin biçimde uygulanmasın temel oluşturacak değişikliklere yeni yasalarda yer verilmiştir. 2005 yılında yürürlüğe giren 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun66 çeşitli maddelerine dağıtılan katılımcılık uygulamaları arasında en dikkat çekeni Kent Konseyleri’dir.
4.5.2.6.1. Belediye Yasasında Kent Konseyi
Yeni Belediye Kanunu’nda,Kent Konseyi yapılanmasına 76. Madde’de yer verilmiştir. Kent konseyi, kent yaşamında; kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışır. Belediyeler kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, noterlerin, varsa üniversitelerin, ilgili sivil toplum örgütlerinin, siyasî partilerin, kamu kurum ve kuruluşlarının ve mahalle muhtarlarının temsilcileri ile diğer ilgililerin katılımıyla oluşan kent konseyinin faaliyetlerinin etkili ve verimli yürütülmesi konusunda yardım ve destek sağlar. Kent konseyinde oluşturulan görüşler belediye meclisinin ilk toplantısında gündeme alınarak değerlendirilir.
Belediye Yasası’nda bulunan katılımcılıkla ilgili hükümler arasında yer alan Kent Konseyleri, yönetişim sürecinde meydana gelen küresel gelişmelerin yansıması olarak düşünüldüklerinde, daha yakın bir ilgiyi hak etmektedirler. Kent yönetimine katılım ile ilgili vurguların yapıldığı Yasada, katılımın gerçekleşebilmesi için kurulan bu platform, amacına uygun işlevleri yerine getirebilecek mekanizmalarla güçlendirilmeye çalışılmıştır.
Önceleri Yerel Gündem 21 uygulamalarında görülen Kent Konseyleri, yasa ve bu yasaya bağlı olarak çıkarılan yönetmelikle resmi bir görünüş kazanmış ve bu hukuksal çerçeve içinde işlev görmeye başlamıştır. Söz konusu düzenlemelerle, kent konseyinin desteği sayesinde kentte yaşayanların kentlerine sahip çıkmaları, kent yönetimine katılımlarının artırılması, yerel iletişim ve etkileşimin gerçekleştirilmesi, yöneticilerin halka hesap vermelerinin sağlanması amaçlanmaktadır.
4.5.2.6.2. Kent Konseyi Yönetmeliği
Kent Konseyi Yönetmeliği, 5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 76. maddesine dayanılarak hazırlanmıştır.67 Birinci maddeye göre yönetmeliğin amacı; kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kent hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal dayanışma, saydamlık, hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma yöntem ve ilkelerini düzenlemektir.
Yönetmeliğin 4. Maddesi Kent Konseyini, merkezi yönetimin, yerel yönetimin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının ve sivil toplumun ortaklık anlayışıyla, hemşehrilik hukuku çerçevesinde buluştuğu; kentin kalkınma önceliklerinin, sorunlarının, vizyonlarının sürdürülebilir kalkınma ilkeleri temelinde belirlendiği, tartışıldığı, çözümlerin geliştirildiği ortak aklın ve uzlaşmanın esas olduğu demokratik yapılar ile yönetişim mekanizmaları olarak tanımlamıştır.
Ayrıca, meclisler ve çalışma gurupları başlığı altında, kadın ve gençlik meclisleri başta olmak üzere çeşitli toplum kesimlerinin kent yönetimine katkıda bulunmalarını, kaliteli ve yaşanabilir bir kentin yönetiminde aktif rol almalarını hedefleyen ve gönüllülük esasında oluşmuş ortak yapılar yönetmelikte yerini almıştır.
A) Görevleri
Yönetmeliğin 6. Maddesinde düzenlenen Kent Konseyinin görevleri aşağıdaki başlıklar altında toplanabilir:
a) Yereldüzeyde demokratik katılımın yaygınlaştırılmasını, hemşehrilik hukukunun, ortak aklın ve ortak yaşam bilincinin geliştirilmesini, çok ortaklı ve çok aktörlü yönetişim anlayışının benimsenmesini sağlamak. Bu amaçla, kent yönetiminde saydamlık, katılım, hesap verebilirlik, öngörülebilirlik ilkelerinin uygulanmasına katkıda bulunmak.
b) Sürdürülebilir gelişme temelinde planların hazırlanması ve uygulanmasını sağlamak; kent kaynaklarının etkili, verimli ve adil kullanımına katkıda bulunmak.
c) Yerellik ilkesi çerçevesinde katılımcılığı, demokrasiyi ve uzlaşma kültürünü geliştirmek, sivil toplumun gelişmesine ve kurumsallaşmasına katkıda bulunmak.
d) Sürdürülebilir kalkınma anlayışına dayalı kentin yaşam kalitesini geliştiren, çevreye duyarlı ve yoksulluğu giderici programları desteklemek; kentin kimliğine ilişkin tarihi, kültürel, doğal ve benzeri değerlere sahip çıkmak ve geliştirmek.
e) Çocukların, gençlerin, kadınların ve engellilerin toplumsal yaşamdaki etkinliklerini arttırmak ve yerel karar alma mekanizmalarında etkin rol almalarını sağlamak.
B) Çalışma İlkeleri
Yönetmeliğin 7. Maddesi uyarınca, Kent Konseyi, aşağıdaki ilkeler temelinde çalışmalarını sürdürür.
a) Yerel Gündem 21 süreci kapsamında, kentine sahip çıkma, aktif katılım ve çözümde ortaklık ilkelerinin bütünlüğünde, kentlerin yaşanabilir bir geleceğe taşınmasına katkıda bulunmak.
b) Kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal dayanışma, saydamlık, hesap verilebilirlik, katılım ve yerinden yönetim ilkelerini ön planda tutmak.
d) Uluslararası gelişmeleri ve ülke koşullarını gözeterek, tarafsız bir yaklaşımla görüş ve önerilerini oluşturmak. Taraf olunan uluslar arası sözleşmelerdeki kent ve kent yaşamına yönelik temel ilkeleri hayata geçirmek.
C) Üyeleri
Yönetmeliğin 8. Maddesine göre, Kent Konseyi; merkezi yönetimi, yerel yönetimi, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarını ve sivil toplumu ortaklık anlayışı ile buluşturmak üzere aşağıda belirtilen kişi, kurum ve kuruluş temsilcilerinden oluşur:
a) Mahallin en büyük mülki idare amiri ya da temsilcisi,
b) Belediye Başkanı ya da temsilcisi,
c) İllerde Valiler, İlçelerde Kaymakamlar tarafından belirlenecek kamu kurum ve kuruluşlarının temsilcileri,
ç) Mahalle sayısı yirmiye kadar olan belediyelerde bütün mahalle muhtarları, diğer belediyelerde mahalle muhtarlarının kendi aralarından seçecekleri temsilcileri,
d) Beldede örgütü olan siyasi partilerin temsilcileri,
e) Üniversitelerin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, noterlerin, baroların ve ilgili dernekler ile vakıfların temsilcileri,
g) Kent Konseyince kurulan meclis ve çalışma gruplarının birer temsilcisi.
Yukarda sayılan üyelerden oluşan Kent Konseyi, belediye örgütü olan yerlerde, yerel yönetimler genel seçim sonuçlarını izleyen 3 ay içinde, ilk toplantısını yapmak üzere Belediye Başkanı’nın çağrısı ile toplanır, Kent Konseyi Yürütme Kurulu ve Kent Konseyi Başkanı’nı seçer.
D) Organları
Yönetmeliğin 9. Maddesine göre Kent Konseyi’nin organları Genel Kurul, Yürütme Kurulu, Meclisler ve Çalışma Grupları ve Kent Konseyi Başkanı olarak belirtilmiştir.
Genel Kurul, Kent Konseyi’nin en yetkili organıdır, yönetmeliğin 8.maddesinde sayılan üyelerden oluşur ve her yıl ocak ve eylül aylarında yapacağı iki toplantıdan az olmamak üzere, üyelerinin salt çoğunluğu ile toplanır. Genel Kurula Kent Konseyi Başkanı başkanlık eder. Genel Kurul, bu yönetmelik çerçevesinde, Yürütme Kurulu’nun, meclislerin ve çalışma gruplarının seçim ve çalışma ilkelerini belirler.68
Genel Kurul tarafından seçilen ve en az yedi kişiden oluşan Yürütme Kurulu’nda, kadın ve gençlik meclis başkanları yer alır. Yürütme Kurulu’na Kent Konseyi Başkanı, bulunmaması halinde yürütme kurulunun en yaşlı üyesi başkanlık eder. Yürütme Kurulu, Genel Kurul’un gündemini belirler ve Genel Kurul tarafından oluşturulan görüşleri ilgili belediyeye sunar ve uygulamayı izler.
Genel Kurul tarafından seçilen Kent Konseyi Başkanı’nın görev süresi, Yürütme Kurulu’nun görev süresiyle paralel olmak üzere ilk dönem için iki yıl, ikinci dönem için üç yıldır. Kent Konseyi Başkanı’nın herhangi bir nedenle görevi başında bulunmadığı durumlarda, kendisine yürütme kurulunun en yaşlı üyesi vekalet eder.
Kent Konseyleri, görev alanlarına giren konularda meclisler ve çalışma gurupları oluşturabilir. Yöntem ve ilkeleri genel kurulca belirlenen meclislerde ve çalışma guruplarında oluşturulan görüşler, Kent Konseyi Genel Kurulunda kabul edildikten sonra değerlendirilmek üzere ilgili Belediye Meclisine sunulur.
E) Toplantı ve Görüşmeler
Kent Konseyi Organları, çalışma yönergelerinde belirlenen yer ve zamanlarda üye tam sayısının salt çoğunluğu ile olağan olarak toplanır ve katılanların salt çoğunluğu ile karar alır. Genel Kurul, Yürütme Kurulu Başkanı tarafından doğrudan ya da yönetmeliğin 8. Maddesinde maddede öngörülen katılımcı sayısının üçte birinin önerisi üzerine olağan üstü toplantıya çağırılabilir.
Kent Konseyi Genel Kurulu’nca oluşturulan görüşler, Belediye Meclisi’nin ilk toplantısında değerlendirildikten sonra Belediye tarafından Kent Konseyine bildirilir ve halka duyurulur.
F) Genel Sekreterlik
Yönetmeliğin 14. Maddesi uyarınca, Belediye Başkanı’nın önerdiği üç aday arasından Yürütme Kurulu tarafından seçilen Kent Konseyi Genel Sekreteri, yönetmeliğin 6. maddesinde belirtilen görevlerin yerine getirilmesinde eşgüdümü sağlar. Kent Konseyi Başkanı’na ve Yürütme Kurulu’na karşı sorumlu olan Genel Sekreter, meclisler, çalışma grupları ve benzeri yapılar arasındaki uyumu ve eşgüdümü gözetmekle yükümlüdür.
Kent Konseyinin sekreterya hizmetleri, ilgili Belediye tarafından önerilen ve Yürütme Kurulu tarafından kabul edilen görevliler tarafından yerine getirilir ve bu görevliler Genel Sekretere karşı sorumludur.
G) Mali Yapı
Yönetmeliğin 16/A Maddesine göre, Belediyeler bütçelerinde ödenek ayırmak yoluyla Kent Konseylerine ayni ve nakdi yardım yapar ve destek sağlarlar.
H) Yerel Gündem 21 ile Uyum Sağlanması
Yönetmeliğe eklenen bir geçici madde ile Yerel Gündem 21 uygulamalarında ortaya çıkan kent konseylerinin ve çeşitli meclislerin yeni yasal yapıya uyumlu biçime getirilmesi amaçlanmıştır. Buna göre, Yerel Gündem 21 Programının uygulandığı yerlerde, kent konseyi veya benzeri adlarla oluşturulmuş yapılanmalar, en geç bir yıl içinde, bu yönetmelik hükümlerine uygun hale getirilir. Kent Konseyi bulunmayan Belediyelerde ilk toplantı, Belediye Başkanı'nın çağırısı ile yapılır.
4.5.2.7. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Diğer Katılımcılık Yöntemleri
Yasada, Kent Konseyi dışında kalan, katılımcılıkla ilgili diğer hükümler 5 madde altında toplanmıştır.
1. Hemşehrilik (madde 13): Herkes ikamet ettiği beldenin hemşehrisidir ve belediye karar ve hizmetlerine katılma, belediye çalışmaları hakkında bilgilenme ve belediye yönetiminin yardımlarından yararlanma hakları vardır. Belediyeler, bu çalışmalarda üniversitelerin, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, sivil toplum kuruluşları ve uzman kişilerin katılımını sağlayacak önlemleri almakla yükümlüdür.
2. Mahalle ve Yönetimi (madde 9): Muhtarlar, mahalle sakinlerinin gönüllü katılımıyla ortak ihtiyaçları belirlemek, mahallenin yaşam kalitesini geliştirmek, belediye ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarıyla ilişkilerini yürütmek, mahalle ile ilgili konularda görüş bildirmek, diğer kurumlarla iş birliği yapmak ve kanunlarla verilen diğer görevleri yapmakla yükümlüdür. Belediye, mahallenin ve muhtarlığın ihtiyaçlarının karşılanması ve sorunlarının çözümü için bütçe imkânları ölçüsünde gerekli ayni yardım ve desteği sağlar; kararlarında mahallelinin ortak isteklerini göz önünde bulundurur ve hizmetlerin mahallenin ihtiyaçlarına uygun biçimde yürütülmesini sağlamaya çalışır.
3. İhtisas Komisyonları (madde 24): Belediye Meclisleri, üyeleri arasından ihtisas komisyonları kurabilir. Mahalle muhtarları ve ildeki kamu kuruluşlarının amirleri ile ildeki kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları, üniversiteler, sendikalar ve gündemdeki konularla ilgili sivil toplum örgütlerinin temsilcileri, oy hakkı olmaksızın kendi görev ve faaliyet alanlarına giren konuların görüşüldüğü ihtisas komisyonu toplantılarına katılabilir ve görüş bildirebilir.
4.Stratejik Plân ve Çevre Düzeni Planı (madde 41 ve 18/c): Kamu yönetiminin yeniden yapılandırılması çalışmaları çerçevesinde 2005 yılında çıkarılan 5393 Sayılı Belediye Yasası'nın yanı sıra (madde 41), 5302 Sayılı İl Özel İdaresi Yasası (madde 31), İl Özel İdarelerine Stratejik Plan yapma zorunluluğu getirmiştir.69
Stratejik Plân, varsa üniversiteler, meslek odaları ve konuyla ilgili sivil toplum örgütlerinin görüşleri alınarak hazırlanır ve ilgili yerel yönetimlerin karar alma meclislerinde kabul edildikten sonra yürürlüğe girer.
Sözü edilen yasaların hükümleri ve dünyadaki gelişmeler doğrultusunda, Stratejik Planların, yönetişim ilkeleri ışında hazırlanması, tüm aşamalarında katılım ve saydamlık ilkelerine uygunluk sağlanması istenmiştir. Ülkenin taşra yönetim yapısının merkezin temsilcisi olan birimler ve yerel yönetimlerden oluştuğu ve bu kurumlar arasında işbirliği ve eşgüdümün kaçınılmaz olduğu göz önüne alındığında, stratejik planların bütün ili kapsaması gerektiği görüşü ön plana çıkmaya başlamıştır.
Yalova İl Stratejik Planı ve Çevre Düzeni Planı70
Bu düşünceyi hayata geçirmeyi düşünen bazı illerde yapılan uygulamaların ilgi çekici bir örneği Yalova İlinde yaşanmıştır.İl’deki bütün kurumları kapsayan plan, makro bir nitelik taşımakta ve ekonomik, sosyal, kültürel, kentsel hizmetler gibi alanlarda sürdürülebilir gelişmeye ilişkin stratejik hedefleri ve bu çerçevede ilgili bütün kurumlarca yapılması gereken çalışmaları içermektedir.
Bu plan hazırlanırken İl genelinde “demokratik katılımın” sağlanması aşamasında ortaya çıkan bazı yasal boşluklar, İl yönetimine verilen yetkiler kullanılarak, doldurulmaya çalışılmıştır.71 İl’deki, Seçilmişler, Kamu Kurumları, Meslek Örgütleri, Eğitim Kurumları, Sağlık Kuruluşları, Sivil Toplum Örgütleri, Özel Sektör ve yurttaşlardan oluşan paydaşların temsilcileri Yalova Konseyi çatısı altında bir araya gelerek,”yerel yönetişimin” örneklerinden birini sergilemişlerdir. Sayılan geniş toplum kesimleri, demokratik olgunluk içerisinde kendileriyle ilgili stratejik kararların plana yansıması ve İl’in ortak vizyonunun oluşması için birlikte çalışmışlardır. Bu bağlamda girişimin getirdiği en önemli yenilik “şehrin geleceği” ortak paydasında yerel kurumlar arasında birlikte çalışma kültürünün oluşmasına sağladığı katkı ve yarattığı sinerjidir.
Yalova İl Stratejik Planı yenilikçi ve uygulanabilir bir model ortaya koymuş ve “kurumsal stratejik planlama” uygulamasının yarattığı karmaşa ve çekişmeleri ortadan kaldırmıştır. Paydaşlar kentin geleceğini ilgilendiren stratejik kararları birlikte almış; stratejik hedefleri birlikte belirlemiş ve her bir kurumun kurumsal planında oluşturulacak somut proje ve faaliyetleri saptanmıştır. Bu yaklaşım yerel yönetimleri ve diğer kamu kurumlarını bütüncül bir yerel kalkınma istenci etrafında bir araya getirmiş ve kaynakları rasyonel bir biçimde planlamaya olanak sağlamıştır.
Sözü geçen yeni yerel yönetim yasalarıyla, diğer bir plan olan, Çevre Düzeni Planı’nı yapma yetkisi İl Özel İdaresi (madde 6) ve İl Belediyesine (madde 18/c) verilmiştir. 5302 sayılı İl Özel İdaresi Yasası’nın 6. maddesine göre, İl Çevre Düzeni Plânı; Vali’nin koordinasyonunda, büyük şehirlerde büyük şehir belediyeleri, diğer illerde il belediyesi ve il özel idaresi ile birlikte yapılır. İl çevre düzeni plânı ilgili belediye meclisi ile il genel meclisi tarafından onaylanır.72
Çevre Düzeni Planı, İl Stratejik Planı’nı gerçekleştirmiş olan Yalova Konseyi’ni oluşturan kamu kurum ve kuruluşları, meslek kuruluşları, sivil toplum örgütleri ve özellikle il ve ilçe belediyelerinin görüş, eleştiri ve önerileri doğrultusunda iki yılı aşkın bir süre boyunca yapılan toplantılar ve çalışmalar sonucunda, “mümkün olan en üst düzeyde katılımcı” bir yöntemle şekillendirilmiştir.Çalışmalar sonucunda İl Genel Meclisinde ve Belediye Meclisinde eş zamanlı olarak kabul edilip yürürlüğe girmiştir. 73
Yalova planlama sürecinde, Stratejik Plan, Çevre Düzeni Planı ve Yerel Çevre Kurulunda alınan kararlara doğrultusunda, yerel düzeydeki birimlere verilen yetkilerin kullanılması sonucunda, merkezi birimlerle yereldeki yöneticiler arasında meydana gelen yetki çatışmaları, bu sürece ilginç bir “örnek-olay” niteliği kazandırmıştır. Özellikle, merkezi yönetim tarafından gerçekleştirilmek istenen maden arama talepleri,merkez yöneticileri tarafından takınılan ısrarcı tavra rağmen, anılan planlarda verilen yetkilere ve Mahalli Çevre Kurulu’nun kararlarına dayanılarak, yerel düzeydeki yöneticiler tarafından kabul edilmemiştir.74
5. Belediye hizmetlerine gönüllü katılım (madde 77): Yasanın bu maddesine göre,Belediye; sağlık, eğitim, spor, çevre, sosyal hizmet ve yardım, kütüphane, park, trafik ve kültür hizmetleriyle yaşlılara, kadın ve çocuklara, özürlülere, yoksul ve düşkünlere yönelik hizmetlerin yapılmasında beldede dayanışma ve katılımı sağlamak, hizmetlerde etkinlik, tasarruf ve verimliliği artırmak amacıyla gönüllü kişilerin katılımına yönelik programlar uygular.
Bu düzenlemeyle aynı hükümleri taşıyan benzer bir düzenleme de, 5302 sayılı yasanın 65. Maddesinde yapılmış ve özel idarelere aynı görev ve yetkiler verilmiştir. Bu maddeye göre, İl Özel İdareleri sağlık, eğitim, spor, çevre, trafik ve kültür hizmetleriyle yaşlılara, kadın ve çocuklara, özürlülere, yoksul ve düşkünlere yönelik hizmetlerin yapılmasında ilde dayanışma ve katılımı sağlamak, hizmetlerde etkinlik, tasarruf ve verimliliği artırmak amacıyla gönüllü kişilerin katılımına yönelik programlar uygular.
4.5.2.8. Yerel Demokraside Yaşanan Değişimler ve Kent Konseyleri Hakkında Bazı Değerlendirmeler
Yerel yönetimlerde, seçilenlerin seçenler adına karar alması ve uygulamaya geçirmesi şeklinde yürüyen temsili demokrasinin amacına yeterince ulaşıp ulaşmadığı, yirminci yüzyılın sonlarında bu yana, diğer evrensel demokrasi tartışmalarıyla birlikte gündeme gelen bir konu olmuştur. Nüfus artışı ve göç olgusu, savaşlar ve çatışmalar, toplumsal yapıdaki değişmeler, kentleşme sorunları ve yaşam koşullarının değişmesi, etnik açıdan farklı toplulukların bir arada yaşamaya başlaması gibi nedenler kente ve kent yönetimine ilişkin kararların alınmasını zorlaştırmış ve karmaşık bir yapıya büründürmüştür.
Temsili demokrasilerde görülen, halkın geçmiş iktidarlar döneminde yaşamış olduğu sorunlar nedeniyle iktidara gelenlere karşı güveninin azalması, yerel yönetimlere de sıçrayan bir olguya dönüşmüştür. Halk ve seçtiği temsilciler arasındaki iletişimin ve güvenin sekteye uğraması, doğrudan demokrasi arayışlarını artıran bir diğer etken olmuştur.
Ayrıca, istikrarı sağlamak ve siyasal açıdan güçlü yerel yönetimler oluşturmak amacıyla uygulanan bazı seçim sistemleri, alınan oy oranı ile temsil oranı arasında farklılıklar yaratmıştır. Kaldı ki, sadece seçimden seçime oy vermeye dayalı olan temsili sistem, halkın her an değişebilen ihtiyaçlarının yerine getirilmesini de, çoğu zaman sağlayamamıştır.
Temsili demokrasinin yetersiz kaldığı düşünülen bu sıkıntıların aşılmasında, halkın bir araya gelerek kentle ilgili isteklerini ortaya koyduğu ve alınan kararlarda etkili olduğu doğrudan demokrasi anlayışına benzer biçimde, katılımcılığın artırıldığı “geri çağırma” ve “kent konseylerinin” oluşturulması gibi yöntemler gündeme gelmiştir. Seçilmiş meclislerin görevlerini de kolaylaştıran bu yaklaşım sayesinde, oy oranıyla temsil oranı arasındaki farkların yarattığı olumsuz sonuçlar azaltılabilecektir. Ayrıca, seçim zamanları arasında oluşan ve halkın istekleriyle çelişmeye başlayan yönetim anlayışı kısmen de olsa denetlenebilecektir (Çetinkaya ve Korlu ,2012: 103).
Kent Konseyleri yerel bir katılım ve denetim mekanizması olarak, yerel demokrasinin ve yerel yaşam düzeyinin geliştirilmesi yönünden önemli bir fırsat oluşturabilir. Ülkemizde gerçekleştirilen uygulamalara bakıldığında ise, belediye başkanlarının yeteri kadar istekli olmadıkları ve yerel kurumlar ve aktörlerin de bu konunun öneminin yeteri kadar bilincine varmadıkları gözlenmektedir (Çukurçayır ve Eroğlu, 2009: 226).
Ancak, belirtmek gerekir ki, yeni demokratik kurumların toplumda kabul görmesi için gereken süre açısından bakıldığında, kent konseyleri deneyiminin yaşandığı süre oldukça kısa sayılabilir. Bütün olumsuzluklara ve yetersizliklere karşın, özellikle yerelde oluşmaya başlayan “katılım“ bilincinde, Yerel Gündem 21 uygulamalarının ve kent konseylerinin etkisi göz ardı edilemez düzeydedir. Unutulmaması gereken önemli bir nokta da,ulusal, bölgesel ya da küresel yönetişim süreçlerinin olmazsa olmaz unsurunun “katılım” ve katılımı sağlayan yasal ve yönetsel platformlar olduğudur. Katılımcı yerel demokrasi kültürünün gelişmesinde olumlu etkisi olması beklenen Kent Konseylerinin geliştirilerek sürdürülmesi, çağdaş yerel yönetim bilincini yükseltecek etkenler arasında sayılmaktadır.
4.5.2.9. Kent Konseyleri İle İlgili Son Değerlendirmeler
2005 yılından beri yerel demokrasi ve katılım çalışmalarında ön sıraları işgal eden kent konseylerinin geldikleri konum itibarıyla genel bir değerlendirmeye konu edilmesi gerekmektedir.
10-11 Nisan 2015 tarihinde Bursa’da ikincisi gerçekleştirilen Kent Konseyleri Sempozyumu, bu kuruluşların enine boyuna ele alındığı ve değerlendirmelere konu edildiği platform olmuştur. Sempozyum sonunda yayımlanan bildiri kitabında75 giriş kısmından başlayarak çarpıcı çalışmalar yayımlanmıştır.
Bu çalışmalara göre, kanunun ve yönetmeliğin gerektirdiği, yerel seçimlerden sonra üç ay içinde kent konseylerini kurma zorunluluğu, belediyelerin önemli bir çoğunluğu tarafından yerine getirilememiştir ya da getirilmemiştir. Net bilgilere ulaşılamamasına rağmen, kurulmaları kanunla emredilmiş olmasına rağmen, 2015 yılı itibarıyla ülkemizdeki kent konseyi sayısının 150-200 civarında olduğu tahmin edilmektedir. 1396 olan mevcut belediyelerin sayısı ile kıyaslandığında bu rakam %10-%15’e karşılık gelmektedir. Daha ilginç olanı ise, 2009 seçimlerinden sonra kurulmuş olan birçok kent konseyinin, 2014 seçimlerinden sonra kapanmış olması ve 20 civarında büyükşehir ve il belediyesinde hala konseylerin kurulmamış olmasıdır.
Sempozyumda kent konseyleri hakkında yapılan diğer önemli saptamaları ve olumlu ya da olumsuz değerlendirmeleri şöyle özetleyebiliriz:
Kent konseyleri algısı, belediye başkanının partisine ve tutumuna göre değişmektedir. Başkanların bir bölümü, konseyleri belediyenin bir birimi gibi görme eğilimindedir. Aslında bu kuruluşlar ilgili bir yasa maddesi ve yönetmelikle düzenlenmiş ayrı örgütlenmelerdir. Eksik olan, tüzel kişiliğe ve mali özerkliğe sahip olmamalarıdır. Kent konseylerinin, Kalkınma Ajansları gibi, özel bir yasası ve bütçesi olması gereklidir.
Yetersiz olduğu değerlendirilen kent konseyi yönetmeliğinde yapılacak değişikliklerle, konseyler tamamen sivilleşmeli, güçleri açıkça tanımlanmalı, bilinirlik oranları yükseltilmeli, kurumsal ve işlevsel kapasiteleri artırılmalıdır.
Yönetmeliğin ayrıntılı biçimde ve her kent için tek tip uygulama dayatan tarzda düzenlenmesinden vaz geçilmelidir. Aksi takdirde, sürece sivil toplumu egemen kılmak yerine, yeni bir kamu kurumu yaratma sonucuna doğru gitmek kaçınılmaz olacaktır.
Bu bağlamda, Konsey başkanlarının konumu da gözden geçirilmelidir. Kamu kurumlarını andırır biçimde düzenlenen başkanlık, konseyin bir “organı” olmaktan çıkarılmalı, genel kurul tarafından değil yürütme kurulunun kendi içinde yapacağı seçimle belirlenmeli ve “eşitler arasında birinci” konumunda tutulmalıdır. Başkanın belediye ile organik bir ilişkisi de olmamalıdır.
Kent konseylerine katılım yetersizdir. Konseyler, devlet-özel sektör-sivil toplum kuruluşlarından oluşan, çok aktörlü yönetişim modeliyle, yani ortak akıl sayesinde, yerel demokrasiyi geliştirmeyi hedeflemektedirler. Ancak, bu amaca yönelen konseyin kendi çalışmalarına yurttaşların temsili ve katılımı konusunda sıkıntılar vardır. Katılımcılığı artıracak, katılımcı profilini genişletecek önlemlere ihtiyaç duyulmaktadır. Toplumun “örgütsüz yapılarını “ ve muhalif kesimleri de kapsayacak düzenlemeler yapılmalı; katılımın mahalle, site, hatta komşuluk (neighborhood) düzeylerinde tabana yayılması sağlanmalıdır.
Öte yandan, halkın kent konseylerine katılımını artırmak için bilinçlendirilmesi, konseylerin belediyeye bağlı bir birim değil, kendi katılımlarına açık, demokratik kuruluşlar olduğu anlatılmalıdır.
Dikkate alınması gereken bir husus, konseylerin seçimle gelen kişilerin ya da organların yerini almak gibi bir isteğinin olamayacağıdır. Katılımcı mekanizmalar, yönetenle yönetilen arasındaki işbirliği ve diyaloğu geliştirmeyi, karar süreçlerine halkı ortak etmeyi, şeffaflığı ve denetimi güçlendirmeyi hedeflerler.
Konseylerin aldıkları kararlar belediye meclisleri için sadece “tavsiye kararı” niteliğindedir. Meclisler kararları öncelikle görüşerek uygulamaya koyma konusunda istekli davranmamaktadır. Kent konseylerin işlevleri konusunda şüpheler uyandıran ve katılımcılarda isteksizlik yaratan bu durum gözden geçirilmeli ve belediye meclislerinin konsey kararlarını öncelikle değerlendirmesi ve sonuçlandırmasını sağlayacak yasal düzenlemeler yapılmalıdır.
Belediye yönetimi ile kent konseyi ilişkilerinde özellikle belediye başkanlarının tutumu belirleyici olmaktadır. Kentlileri karar alma sürecine dâhil ederek yerel demokrasiyi güçlendirmek isteyen yöneticilerin olduğu kentlerde konseyler işlevsel hale gelebilmektedir. Konseylerin ana aktörü ve sahibi olan yurttaşların gerçek bir demokrasi ve kentlilik bilincine ulaşmaları sağlandığında, bu kuruluşlardan beklenen ürünlere ulaşmak kolaylaşacaktır.
Etkin bir yasal güvenceyle desteklenmiş olmasalar da, çevre, eğitim kültür ve yönetime katılma gibi konularda işlevsel bir araç olarak kullanılabilirler. Kentlilik bilincini ve yerel demokrasiyi geliştirme konusunda konseyler ve çalışma gruplarından faydalanılabilir.
Belirtmek gerekir ki, batı bölgelerinde konseyler daha etkin çalışmakta, özellikle eğitimli kadın ve gençleri bünyesinde barındıran bir yapıya doğru evrilmektedir. Siyasete pek yaklaştırılmayan dışlanmış ve eğitimli kesimlerin yer almaya başladığı bu yeni mekanizma, demokrasi seviyesinin ve bilincinin geliştirilmesi açısından ümit vermektedir.
4.5.2.10. Katılımla İlgili Uluslararası Bir Belge: Aarhus Sözleşmesi
Katılım konusunda uluslararası alandaki en önemli gelişme ise, 25.06.1998 tarihinde Danimarka’nın Aarhus Kentinde Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu (ECE) tarafından imzaya açılmış olan ve 30.10.2001 tarihinde yürürlüğe giren “Çevresel Konularda Bilgiye Erişim, Çevresel Karar Verme Sürecine Halkın Katılımı ve Yargıya Başvuru Sözleşmesi”dir.
Aarhus Sözleşmesi olarak adlandırılan bu sözleşme, şimdiki ve gelecek kuşakların sağlıklı ve iyi bir çevrede yaşam haklarının korunmasına katkı sağlamak amacıyla, çevresel konularda bilgi ve belge edinme, karar vermede halkın katılımı ve yargıya erişim konularını ele alan ilk uluslararası sözleşmedir (Güneş, 2010: 301).
Aarhus Sözleşmesi’nce ele alınan temel kısımlar olmaları nedeniyle, bilgiye erişim, halkın katılımı ve yargıya erişim sözleşmenin dayandığı üç sütun olarak nitelendirilir.
Sözleşmeye taraf olan ülkeler, istendiği durumlarda çevresel bilgileri herhangi bir çıkar şartı aramadan bireylerin kullanımına sunmakla yükümlü kılınmıştır.
Sözleşme, çevresel karar alma süreçlerine halkın katılımı konusunu üç ayrı başlık altında ele almaktadır: Halkın belirli faaliyetlere ilişkin kararlara katılımı; halkın çevreyle ilgili plan, program ve politikalara katılımı; yasal ve yönetsel düzenlemelerin hazırlanması sırasında halk katılımı. Çevresel karar alma süreçlerine halkın katılımının, bu süreçlerde sorumluluğu ve açıklığı artıracağı ve halkın çevresel kararlara olan desteğini güçlendireceği vurgulanmıştır.
Sözleşmenin üçüncü sütunu yargıya erişimi düzenlemektedir. Buna göre, çevresel bilgiye erişim hakkının ihlali, belirli çevresel faaliyetlere ilişkin kararlara halkın katılımı ilkesine aykırılıklar ve ulusal hukukun çiğnenmesi durumlarında, ilgilinin başvurusu üzerine mahkeme ya da ulusal mevzuata göre oluşturulmuş tarafsız ve bağımsız bir organ önünde yürütülecek bir denetim yöntemi öngörülmektedir. Yargısal başvuru hakkı bu bağlamda, çevresel bilgiye erişim ve halkın çevresel kararlara katılım hakkının bir güvencesi olmanın yanı sıra ulusal çevre hukuku ihlallerini de önlemenin genel bir yöntemi olarak ele alınmıştır.76
- 4.1. Kurtuluş Savaşı Sırasında Taşrada Yönetim Yapılanması.
- 4.2. Cumhuriyet Döneminin Başlangıcında Taşrada Yönetim Yapılanması
- 4.3. Cumhuriyet Anayasalarında Yerel Yönetimler.
- 4.4. Cumhuriyet Dönemindeki Yerel Yönetimlere Genel Bakış.
- 4.4.1. Başlangıç Yılları.
- 4.4.1.1. Ankara Şehremaneti (1924–1930).
- 4.4.2. 1930-1950 Dönemi.
- 4.4.3. 1950–1980 Dönemi .
- 4.4.4. 1980-2013 Dönemi .
- 4.5. 20. Yüzyılın İkinci Yarısında Yönetimde ve Yerel Yönetimlerde Yeniden Yapılanma.
- 4.5.1. Yeniden Yapılanma İhtiyacının Temel Nedenleri.
- 4.5.1.1. Küreselleşmenin Etkileri.
- 4.5.1.1.1. Küresel Gelişmeler ve Bilgi Çağı.
- 4.5.1.1.2. Küreselleşme Kavramı ve Anlamları.
- 4.5.1.1.3. Nüfus ve Çevre Sorunları.
- 4.5.1.1.4. Bilişim Teknolojilerinin Küreyi Düzleştirmesi.
- 4.5.1.1.5. Ağ Örgütlenmeleri.
- 4.5.1.1.6. Ulus Devlet.
- 4.5.1.1.7. Bölgeselleşme.
- 4.5.1.1.8. Yerelleşme.
- 4.5.1.1.9. Yerelleşmenin Ulus-altı Boyutu: Yerel Yönetimler.
- 4.5.1.2. Yeni Kamu Yönetimi Anlayışının Etkileri .
- 4.5.2. 21. Yüzyılda Yapılan Değişikliklerin Dayandığı Anahtar Kavramlar.
- 4.5.2.1. Yerelleşme ve Yerellik (Yerindenlik) İlkesi.
- 4.5.2.2. Yönetişim.
- 4.5.2.3. Küresel Yönetişim.
- 4.5.2.4. Gündem 21 Bağlamında Sürdürülebilir Kalkınma ve Katılım.
- 4.5.2.4.1. Sürdürülebilir Kalkınma.
- 4.5.2.4.2. Katılım.
- 4.5.2.5. Yerel Gündem 21’den Kent Konseylerine Katılım.
- 4.5.2.5.1. Yerel Gündem 21.
- 4.5.2.5.2. Yerel Gündem 21 ve Binyıl Bildirgesi.
- 4.5.2.5.3. Türkiye Yerel Gündem 21.
- 4.5.2.5.4. Yerel Gündem 21 Sürecinde Kent Konseyleri.
- 4.5.2.6. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Katılımcılık: Kent Konseyleri ve Kent Konseyi Yönetmeliği.
- 4.5.2.6.1. Belediye Yasasında Kent Konseyi.
- 4.5.2.6.2. Kent Konseyi Yönetmeliği.
- 4.5.2.7. 5393 Sayılı Belediye Yasasında Diğer Katılımcılık Yöntemleri.
- 4.5.2.8. Yerel Demokraside Yaşanan Değişimler ve Kent Konseyleri Hakkında Bazı Değerlendirmeler.
- 4.5.2.9. Kent Konseyleri İle İlgili Son Değerlendirmeler.
- 4.5.2.10. Katılımla İlgili Uluslararası Bir Belge: Aarhus Sözleşmesi.
- 4.3. Cumhuriyet Anayasalarında Yerel Yönetimler.
36 Milli mücadele sırasında Kanun-u Esasî kaldırılmamış, yanına dönemin hukuka saygılı yapısının dayanağı olan Teşkilat-ı Esasî konmuştur. Savaş koşullarında ortaya çıkması muhtemel iç siyasal çatışmaları önlemeyi amaçlayan bu yöntemle geçici bir uygulama gerçekleştirilmiştir. Taşra yönetimi yönünden Teşkilat-ı Esasîye Kanunu, Kanun-u Esasî’den farklı olarak illere ve bucaklara özerk bir statü ve tüzel kişilik vermiştir. Bu yönüyle yerel yönetimlere ve yerinden yönetim ilkesine en fazla ağırlık veren düzenlemelerden biridir. Buna karşın, İllerde Meclisin temsilcisi olan Vali ve devletin yerel yönetimlerle ilgili kararlarının uygulanmasını sürekli olarak denetlemek amacıyla oluşturulan Genel Müfettişlik kurumu aracılığıyla merkezi yönetimin kontrolü sağlanmıştır. Bkz. Ortaylı ve Küçükkaya, 2012: 94., ve Keleş, 2012: 163-165.
37 Belirtmek gerekir ki, bu anayasalardaki görev ayrımı (tefrik-i vezaif) ilkesi, demokratik hukuk devletlerinin çatısını düzenleyen yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrımını değil, merkezi yönetimle yerel yönetimler arasındaki farklı görev alanlarının ayrımına yöneliktir. Bkz. Keleş, 2012: 164.
38 Anayasa ve yerel yönetimlerle ilgili olarak kullanılan diğer yasalar için Başbakanlık ”http://www.mevzuat.gov.tr/” sitesindeki metinler esas alınmıştır.
39 İki Anayasa arasında yerel yönetimin düzenlenişi arasındaki bazı farklar için, bkz. Keleş,2012: 165-170.
40 Bu hükme dayalı olarak yapılan uygulamalar uluslararası kamuoyunda ve yerel yönetimlerin Avrupa düzeyindeki kuruluşlarında eleştirilere konu olmaktadır. Bazı çekincelerine rağmen Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nın uzun süredir tarafı olan bir ülkede, seçilmiş organların temsilcilerine merkezi yönetimin yetkilileri tarafından görevden el çektirilmesi, demokrasi açısından tartışmalar yaratmaktadır. Yargı kararı olmaksızın yapılan böyle bir işlemin, yargı süreciyle ilgili olarak ve bu sürecin başlangıcında yapılıyor olması, uygulamanın hukuk devleti bağlamında sorgulanmasına engel olamamaktadır.
41 20 tanesinde düzenli içme suyu, 4 tanesinde elektrik tesisatı, 17 tanesinde mezbaha, 7 tanesinde spor alanı, 29’unda park ve bahçe,90 tanesinde de düzenli pazaryeri saptanabilmiştir (Bostanoğlu, 1990:79).
42 424 sayılı Belediye Vergi ve Resimleri Hakkında Kanun, 486 sayılı Umuru Belediyeye Müteallik Ahkam-ı Cezaiye Kanunu, İçişleri Bakanlığı’nca 1924 yılında yayınlanan Usül-ü Muhasebe-i Belediye Talimatnamesi, 642 ve 744 sayılı Ebniye ve Vilayet Belediye Kanunlarına ek Kanunlar (Çelik, 1995:593).
43 Ayrıca, Belediyelere %10’luk pay içeren 2256 sayılı Gümrük Tarifesi Kanunu çıkarılmış, 3004 sayılı İskele Ücretlerinin Tesbitine Müteallik Kanun ve 3702 sayılı Çalgı, Lubbiyat ve Saire Eğlence Mahallerinden Alınacak Resimler Kanunu ile belediyelerin gelirlerini artırıcı yönde düzenlemelere gidilmiştir (Çelik, 1995:593).
44 Yasanın 19. Maddesi şu hükmü getirmiştir: “Belediye idareleri kanunun kendilerine tahmil ettiği (yüklediği)vazife ve hizmetleri ifa ettikten sonra belde sakinlerinin müşterek ve medeni ihtiyaçlarını tesviye edecek (neticelendirecek) her türlüteşebbüsatı icra ederler.”
45 Belediye başkanlarının konumunu güçlendiren bu uygulama yerel demokrasi ve katılımcı yönetim anlayışı yönünden olumlu ve olumsuz eleştirilerle karşılaşmaktadır. Daha demokratik bir yöntem olarak görülen doğrudan halk tarafından seçilmeleri Başkanları oldukça etkin konuma getirmiştir. Ancak, demokrasiyi temsil etme güçleri artan başkanların, etkin demokratik ve yasal yöntemlerle kontrol edilmemeleri durumunda, aşırı güçlenmiş yerel odaklar haline dönüşebilecekleri ve demokratik işleyişi aksatabilecekleri göz ardı edilmemelidir.
46 Daha önceki Anayasalarda olmayan bu düzenleme ile, büyük şehirlerde artan yeni yapılanma ihtiyacını karşılamanın yolu açılmıştır. Öncelikle İstanbul, Ankara ve İzmir’de uygulanan model, sonraki yıllarda yeni illerin katılmasıyla 16 Büyükşehir Belediyesi’ne ulaşmıştır. 2012 yılında çıkan 6360 sayılı son yasayla bu rakam 29’u bulmuştur. Yasa çıkarıldıktan kısa bir süre sonra, bu illere Ordu ilinin eklenmesiyle sayı 30 olmuştur.
47 Özellikle imar planlarıyla ilgili bu uygulama, yerel demokrasinin gelişme sürecinde yapılan çarpıcı değişikliklerden biri olarak görülmektedir.
48 Küreselleşme, içinde yaşadığımız kaçınılmaz bir süreç olarak algılanabilir. Bu yönüyle dünyada “olan-biten” her şeyi tanımlamaya çalışan iddialı bir kavramdır (küreselci yaklaşımlar). Bu sürecin farklı yönleri ele alındığında ya da sürece farklı gözlerle bakıldığında ise, devam ede gelen uluslararası sömürü düzeninin yeni bir yüzü olarak tanımlanabilir. Yani bugün dünyada yaşanan “oldu-bittinin” adıdır (anti-küreselci yaklaşımlar). Bkz. Erbay,2011: 292.
49 Bu düşünceye göre, aslında, küreselleşme süreci son dönemin bir olgusu da değildir (Kazgan, 2005: 10). Emperyalizmin işleyişinde temel unsur olan ve hiçbir zaman değişmeyen sömürü ilişkilerin çağımıza uygulanması söz konusudur. Günümüzün tek kutuplu dünyasını da tanımlayan küreselleşme süreci, egemen olan devletlerin 3. Dünya ülkelerine kendi değer sistemlerini benimsetmesi biçiminde ortaya çıkmaktadır.
50 21. yüzyılda işlevleri yeniden gözden geçirilmekte olan ulus devletler, bazı yetkilerini uluslar arası örgütlere bırakırken, bazılarını yerel yönetimlere devretmektedirler. Yani, küreselleşme süreci kendisiyle birlikte yerelleşme sürecini de beslemektedir.
51 Yönetimin demokratikleştirilmesi, merkeziyetçi yapının azaltılması, yerel işlerin halkın katılımı ve denetimiyle yerinden görülmesi anlamlarını da içeren yerelleşme kavramı, 1992’de Rio’da yapılan BM Çevre ve Kalkınma Konferansında kabul edilen Gündem 21 belgesiyle uluslar arası alanda tanımlanmış ve ulusal düzeyde bir amaca dönüştürülmüştür. Bu aşamada kalmayan girişimler, “yerel işlerin halkın katılımıyla yürütülmesini temel ilke edinen” Yerel Gündem 21 çalışmalarıyla, yerel yönetimler düzeyinde uygulamaya konmuştur.
52 “Yerellik İlkesi” sadece Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nda yer aldığı şekliyle yani yerel yönetimlerle ilgisi anlamında düşünülmemelidir. Aynı zamanda, Avrupa Birliği’nin yönetim anlayışının temel ilkelerinden biridir. Bu bağlamda kitabın 5.bölümünde ayrıntılı olarak incelenmiştir.
53 Pek çok farklı aktörün devletlerle birlikte anahtar roller oynadığı, çok katmanlı, çok parçacıklı, dağınık ve karmaşık bir yönetişim süreci gözlemlenmektedir. Küreselleşmenin ve diğer gelişmelerin hızlanmasıyla daha fazla yönetişim parçasına ihtiyaç duyulmaktadır. Tek bir süper güç bulunsa bile, gelecekte “kimin ne alacağı” sorusunun çatışmalı bir alan olacağı öngörülmektedir. Bu konuda daha fazla ayrıntı için, bkz.Karns and Mingst , 2010 , s 3-34.
54 Daha sınırlı alanlarda ve kapsamlarda, hiyerarşik /dikey/ vertical yapılanmaların konusu olan yönetim ile daha kapsamlı ve geniş alanlarda, yatay/ horizantal ve katılımcı anlayışın konusu olan yönetişim arasındaki farklar bunlarla da sınırlı değildir.
Bu fark sadece bir administiration (kamu yönetimi alanı) ve menagement ( işletme yönetimi) farkı da değildir. Belki ikincisinde başlayan bir sürecin birinci alana da sıçrayarak özgün bir yolda devam etmesidir.
55 Küresel yönetişimin parçaları şunlardır: Hükümetler arası (IGO) ve hükümetler dışı örgütleri (NGO) kapsayan resmi ya da gayrı resmi uluslararası yapılar ve mekanizmalar;
Çok taraflı anlaşmalar, teamüller, yargı kararları, düzenleyici standartları kapsayan Uluaslararası kurallar ve yasalar;Devletlerin üzerinde anlaştıkları prensipler ve bazı protokolleri kapsayanUA normlar ya da “yumuşak yasalar”; Belli bir bölgede ve belli bir amaca yönelik olarak oluşturulan kurallar, süreçler, yöntemler, işlevler ve davranış kalıplarını düzenleyen örgütleri kapsayan UA rejimler;UA arenada farklı alanlarda farklı çabalar ve sonuçlar için oluşturulan Geçici Gruplar; 1970’lerden beri Birleşmiş Milletler tarafından özellikle ekonomik, sosyal ve çevresel konularda “dünya zirveleri” adıyla düzenlenen, NGO’ların, bilimsel uzmanların, şirketlerin ve ilgili kişilerin katıldığı “karmaşık bir çok taraflı diplomasi havuzları” niteliğindeki Küresel Konferanslar; Özellikle teknolojik gelişmelerle ortaya çıkan sorun alanlarını çözmeye yönelik işlevler görmeye başlayan, özel ya da kamu-özel ortaklığındaki Özel Yönetişim Kurumları ( Karns and Mingst , 2010: 4 -6 ).
56 Küresel yönetişimin aktörleri, Devletler; Ulusaltı ve yerel yapılanmalar; Ulusötesi (ulus aşan)ve hükümetler ötesi ( hükümetleri aşan) ağların aktörleri; Hükümetlerarası Örgütler (IGOs); Hükümet dışı Örgütler (NGOs); Çok Uluslu Şirketler (ÇUŞ); Bilim temelli uzmanların oluşturduğu, çözülmesi karmaşık olan küresel problemlerin çözümüne yön veren ve yardımcı olan Topluluklar (epistemic communities); İçinde uzmanları, IGOs’ları, şirketleri, profesyonel dernekleri, NGO’ları ve hatta devletleri bile barındıran Çok Paydaşlı Yapılanmalar. Küresel yönetişimin yanı sıra, bölgesel ve ulus ötesi yönetişim süreçleri de, devletlerle birlikte yeni aktörler/otoriteler temelinde şekillenmektedir. Belirtmek gerekir ki, egemen gücün ve meşru kuralların çözülmesi / ayrışması, çağdaş küresel yönetişimin en vurucu özelliğidir. ( Karns and Mingst , 2010: 14 - 21 ).
57 Bu kavramların, yakından ilintili işlevleri nedeniyle, Gündem 21 süreci çerçevesinde anlatılmaya çalışılması faydalı bir yöntem olarak düşünülmüştür. Gündem 21 anlayışının yerel yönetimlere yansıtılması çabasının ürünü olan Yerel Gündem 21 girişimiyle, küresel siyasal ve yönetsel gelişmeler yerele aktarılmaya çalışılmakta ve sözü geçen kavramlar sürecin şekillenmesinde belirleyici rol oynamaktadırlar.
58 Bkz. Dipnot 56.
59 Brundtland Raporu” olarak da anılan rapora göre sürdürülebilir kalkınma “bugünün gereksinim ve beklentilerini, gelecek kuşakların kendi gereksinimlerini ve beklentilerini karşılama olanaklarını tehlikeye atmaksızın karşılamaktır.”
60 Dünyada, Birleşmiş Milletler “Rio Yeryüzü Zirvesi” ile “Yerel Gündem 21” kapsamında yerel demokrasinin geliştirilmesi yönünde yönetişim kavramı, “sürdürülebilir kalkınma” ve “küresel ortaklık” kavramları ile birlikte anılmaktadır.
Yerel Gündem 21 kapsamında sürdürülebilir kalkınmanın temelinde demokratik, insan haklarına saygılı, şeffaf, katılımcı ve halka hesap veren yönetimlerin olduğu ve bunun etkin bir biçimde yerindelik ile sağlanabileceği belirtilmektedir.
61 Gündem 21’in 28. Bölümü’nde yerel yönetimlerin, halka en yakın yönetim kademesi olarak, sürdürülebilir kalkınma konusundaki yaşamsal konumlarının altı çizilmekte ve yerel yönetimlere yönelik hedefler ortaya konmaktadır. Bu bölümde getirilen ana hedef olarak, her ülkedeki yerel yönetimlerden, kendi belde halkları ile katılımcı bir süreci başlatmaları ve kendi kentleri için bir Yerel Gündem 21 oluşturmaları konusunda görüş birliği sağlamaları beklenmektedir. Bu öncelikli hedefe ulaşılmasına yönelik faaliyetler kapsamında da, her yerel yönetimin, hemşehrilerle, yerel kuruluşlar ve özel sektör kuruluşlarıyla diyalog içerisinde, kendi Yerel Gündem 21’lerini geliştirmeleri gerektiği belirtilmektedir. Bkz. (Emrealp,2005: 19).
62 1992 Rio Zirvesi’ni izleyen yıllarda, aralarında 1993 Viyana Dünya İnsan Hakları Konferansı, 1994 Kahire Nüfus ve Kalkınma Konferansı, 1995 Kopenhag Sosyal Kalkınma Konferansı ve 1995 Pekin Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’nın bulunduğu bir dizi BM zirvesi düzenlenmiştir.
Bu konferansları izleyen 1996 İstanbul, Habitat II, İnsan Yerleşimleri Konferansı “Kent Zirvesi”, 2000 New York Liderler Zirvesi ve son olarak 2002 Johannesburg “Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi”ne uzanan Birleşmiş Milletler zirveleri, Gündem 21’in açtığı yolda “küresel ortaklık” ilkesinin tüm dünyada kabul görmesini sağlamış ve “iyi yönetişim” ilkelerinin uluslararası dayanaklarını oluşturmuştur.
63 BM Habitat II “Kent Zirvesi”, Rio’da başlatılan Yerel Gündem 21 hareketini, yerel yönetimin “kolaylaştırıcı” rolünün altını çizerek, “iyi yönetişim”in temel ilkelerini ön plana çıkararak ve yerel yönetim, sivil toplum ve özel sektör işbirliğini teşvik ederek, güçlendirmiş ve zenginleştirmiştir.
64 Binyıl Kalkınma Hedefleri” olarak nitelenen bu hedefler, aşırı yoksulluğun ve açlığın azaltılması; evrensel temel eğitimin sağlanması; cinsler arası eşitliğin sağlanması ve kadınların yapabilir kılınması; bebek ölümlerinin azaltılması; ana-çocuk sağlığının iyileştirilmesi; HIV/AIDS, sıtma ve diğer hastalıklarla mücadele edilmesi; çevresel sürdürülebilirliğin sağlanması ve kalkınma için küresel bir ortaklık geliştirilmesidir.
65 21. yüzyılın ilk küresel konferansı olan BM Dünya Sürdürülebilir Kalkınma Zirvesi, 26 Ağustos-4 Eylül 2002 tarihleri arasında Güney Afrika’nın Johannesburg kentinde düzenlenmiştir. “Sürdürülebilir kalkınma” başlığının ilk kez küresel bir konferansa adını verdiği bu Zirve, kendisinden 10 yıl önce düzenlenen 1992 Rio Zirvesi sonrasında dünyada Gündem 21 uygulamalarının değerlendirilmesini hedeflemesi nedeniyle, “Rio+10” adıyla da anılmaktadır.
66 Aynı dönemde çıkan 5302 sayılı İl Özel İdaresi Yasası’nda bu yasayla koşut olarak yapılmış düzenlemelere de aşağıdaki açıklamalarda değinilmiştir.
67 8.10.2006 Tarih ve 26313 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan Kent Konseyi Yönetmeliği’nde, 3 yıl sonra bazı değişiklikler yapılmıştır (6.6.2009 tarih ve 27250 sayılı Resmi Gazete). İncelememizde, yapılan değişiklikler göz önüne alınarak yönetmeliğin son hali irdelenmiştir.
68 Yönetmeliğin 16. Maddesine göre Kent konseyi genel kurulu bu Yönetmeliğe aykırı olmamak kaydıyla uygulama yönergeleri çıkarabilir.
69 5216 Sayılı Büyükşehir Belediyeleri Yasası da, bu belediyeler için stratejik plan yapma hükmü getirmiştir. Yasaya göre, Büyükşehir Belediyeleri, ilçe belediyelerinin görüşlerini alarak “stratejik plânını”, yıllık hedeflerini, yatırım programlarını ve bunlara uygun olarak bütçesini hazırlar (madde 7/a).
70 Bu konuda yazılan bir makalede olayın bütün ayrıntıları anlatılmış ve bilimsel bir dergide yayınlanarak konuyla ilgilenenlerin dikkatine sunulmuştur. Bkz. Erbay, Yusuf (2012), Türkiye’de Yerel Düzeye Aktarılan Bazı Yetkilerin Doğurduğu Çatışmalar, Örnek Olay: Yalova İl Planlama Süreci ve Plan Uygulamaları, Çağdaş Yerel Yönetimler Dergisi, Cilt 21, Sayı 2, Nisan, ss. 25-47.
71 5393 Sayılı Belediye Kanununda, belediyelerin kent konseyleri oluşturarak, plan hazırlıklarında demokratik katılımı sağlamalarının gerekli olduğu belirtilmektedir. Ancak, 5302 sayılı İl Özel İdaresi kanununda ilin bütününü kapsayan "İl Çevre Düzeni Planı" ve "Stratejik Plan" gibi konularda böyle bir konsey oluşturulması öngörülmemiştir.Plançalışmalarında ortaya çıkan bu ihtiyacı karşılamak ve ardından İli ilgilendiren her konuda ortak kararlar oluşturulmasına katkıda bulunmak amacıyla; başta Anayasa olmak üzere, İl İdaresi Kanunu ve İl Özel İdaresi Kanununda ValilikMakamına tanınan "yetki genişliği" ilkesi çerçevesinde, Yalova Konseyi olarak adlandırılan Yalova Ekonomik, Sosyal ve Kültürel İşbirliği Konseyi kurulmuştur.
72 Çevre Düzeni Planı yapma yetkisinin devri, bu yönüyle yönetim sistemi içinde ilgi çekici bir uygulama özelliği göstermektedir. Yerel düzeydeki yapılanmayı oluşturan merkezi ve yerel yönetim birimlerinin bir bütün olarak değerlendirilmesi yeni bir yaklaşım olarak algılanabilir. Merkezden atanmış yöneticiler ile seçilmiş yerel yöneticilerin, planlama gibi yaşamsal bir alanda işbirliği yapabilme konusundaki başarıları, yerel düzeye bundan sonra yapılacak olan yetki aktarımlarını da cesaretlendirecek bir etken olacaktır.
73 Stratejik Plan, Çevre Düzeni Planı’nın ve Belediyeler, İl Özel İdaresi ve diğer Kurum ve Kuruluşların Stratejik Planlarının da temel hareket noktası olmuştur.
74 Yapılan planları ve bunlara dayalı olarak hayata geçirilen çevreye duyarlı projeleri anlamsız hale getirecek olan bu taleplerin yerine getirilmesi, ağaç katliamına da göz yumulması anlamını taşımaktaydı. Yerel düzeydeki hiçbir kuruma sorulmadan Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı Maden İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen maden arama ruhsatları 2011 yılı itibarıyla 67’ye ulaşmıştır. Verilen bu ruhsat alanlarının Yalova’nın genel yüzölçümüne oranı %21, orman alanlarına oranı ise %37’dir. Yalova Orman İşletme Müdürlüğü’nce bu alanlara yönelik olarak hazırlanan ve daha sonra güncellenen teknik rapora göre, Maden İşleri Genel Müdürlüğü tarafından verilen bu ruhsatlara Valilikçe de Gayrı Sıhhi Müessese (GSM) Ruhsatı verildiği takdirde, orman varlıklarımızdan meşe, kayın, kestane, ıhlamur, karaçam, fıstıkçamı, kızılçam, gürgen olmak üzere yaklaşık 6.996.000 (altı milyon dokuz yüz doksan altı bin) adet ağacın kesilmesi gerekecektir.
Ruhsatı Merkezden verilen izinlere, Valilik tarafından GSM ruhsatlarının verilmemesi sonucu, maden sahipleri tarafından başlatılan ve Yüksek Yargıya kadar taşınan yasal süreç sonucunda Danıştay 8. Dairesince verilen E:2010/4528, K:2010/7304 sayılı karar, Valilikçe yapılan işlem ve uygulamalardaki haklılığın ortaya konulması bakımından önemlidir. Yüksek Yargı tarafından alınan ve idare hukukuna göre emsal teşkil eden bu kararda, yerelde alınan Mahalli Çevre Kurulu Kararı ve Stratejik Plan hukuki temel olarak kabul edilmektedir.
Oybirliğiyle alınan ve daha önce tersine alınmış olan bir idare mahkeme kararını bozan bu kararın altının çizilmesi gereken iki önemli hükmü vardır. Birincisi, “yetkili mercilerin iznin verilmesi için yapacakları incelemelerde insan sağlığı ve çevre kriterlerini esas almaları gerektiği sonucuna ulaşılması”; İkincisi ise, “Yalova Valiliği Mahalli Çevre Kurulu kararları ve.. Yalova Stratejik Planı doğrultusunda maden ocağı açılmaya uygun olmaması nedeniyle gayri sıhhi müessese ruhsatı verilmesi isteminin reddedildiği anlaşıldığından, dava konusu işlemin hukuka uygun olduğu” hükümleridir.
Bu karar, kendilerine yetki verilmesini arzu eden ve bu yetkileri gerçekten kullanmak isteyen yerel yöneticilerin önünü açacak özelliklere sahip bir karardır. Bugüne kadar “istişari” nitelikte olduğu söylenen Mahalli Çevre Kurulu kararlarının, bir “Yüksek Yargı Kararı”nın gerekçelerinden biri olarak sayılması, özellikle çevreyi koruma amacıyla alınacak ve uygulanacak kararlara “hukuki” bir güç katmıştır. Ayrıca, Çevre Düzeni Planı’nın bir cümlesinden yola çıkılarak erişilen bu karardaki diğer dayanağın İl Stratejik Planı olarak belirtilmesi önemli bir yerel kazanımdır.
75 II. Ulusal Kent Konseyleri Sempozyumu, 10-11 Nisan 2015, Bildiri Kitabı, Bursa Kent Konseyi Bilimsel Yayınlar Dizisi-2, Bursa, 2015.
76 30 Ekim 2001 tarihinde yürürlüğe giren Aarhus Sözleşmesi’ni Türkiye çeşitli çekinceler ileri sürerek henüz imzalamamıştır. Ancak, Türk hukuk sisteminde, sözleşmede öngörülenlere uygun bazı düzenlemeler olduğu düşünülmektedir.Sözleşmenin birinci sütununu oluşturan bilgi edinme hakkı, Türk hukukunda farklı düzeydeki düzenlemelere konu olmuştur. Dilekçe hakkı başlığıyla vatandaşların kamu ile ilgili yakınmalarını içeren başvurularını ele alan 1982 Anayasası’nın 74. maddesi, bu bağlamda değinilmesi gereken ilk düzenlemedir. Bilgi edinme hakkına ilişkin olarak ülkemizdeki diğer bir düzenleme ise, 2004 tarihinde yürürlüğe giren “Bilgi Edinme Hakkı Kanunu”dur.Sözleşmenin ikinci sütununu oluşturan çevresel karar alma süreçlerine halkın katılımı, Türk hukukunda farklı düzenlemelere konu olmuştur. Bu açıda bakıldığında, Türk hukukunda göze çarpan en önemli düzenlemenin “Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliği” olduğu ileri sürülebilir.Sözleşmenin üçüncü sütununu oluşturan yargısal başvuru, Türk hukukunda farklı düzenlemelerde ele alınan bir konudur. Bu bağlamda ele alınması gereken ilk düzenleme, Çevre Kanunu’nun 30. Maddesinde yer alan “Çevreyi kirleten veya bozan bir faaliyetten zarar gören veya haberdar olan herkes ilgili mercilere başvurarak faaliyetle ilgili gerekli önlemlerin alınmasını veya faaliyetin durdurulmasını isteyebilir” hükmüdür. Bu düzenlemenin ilgili mercilere başvurma hakkını sadece zarar görenlere değil, haberdar olan herkese tanımış olması olumlu bir gelişmedir. Bkz. Güneş,2010.